Sus da Adam Sansınlar..

Evrime inanmamaya devam edin. Hala kanıtlanamamıştır, bir teoridir deyip teorinin anlamını bilmeden ahkam kesmeye devam edin. Her bulduğunuz evrim haberine, sanki işin ehli gibi yorumlar yapın. Evrimi kabul edenleri "aptallıkla" suçlamaya devam edin.

Harun bayrak taşısın siz devam edin. Evrimi yaratılış atlası denen paçavradan okumaya devam edin. Olur olmaz yerde buradan örnekler vererek ahkam kesin. Yarım yamalak hayal gücünüzle, milyar yıllık dünya tarihini düşünmeye çalışın.

Ya da en güzeli bilmiyorsanız susun. Bıtkınlık geldi artık yapılan bu saçma sapan yorumlardan. Bilinenler üzerinden değil de bilinmeyenler üzerinden bilim yapmaya, hayatınızı gökyüzüne bakarak ve koyun sayarak şekillendirmeye devam edin.

Bir kez daha H.Y. linki veriyorum ki izleyin. Yorum ypacaksanız artık lütfen bu adamdan örnek vererek yapmayın. Yaptığınız her yorum, bu adama para balyası olarak dönüyor. Dahası komik duruma düşüyorunuz.

"Saçma bir mantığın, çürütülemiyor olması onun doğru olduğunu göstermez sadece daha saçma olduğunu gösterir."

(
http://ketumdoganlar.blogspot.com/2009/10/evrim.html)

Dip-not...


Bu arada dikkat ettin mi bilmiyorum. İktidara karşı yapılan (yapıldığı düşünülen) bütün suçlar apar topar işleme konuluyor. Suçlu suçsuz farketmez karga tulumba herkes yargılanıyor, hemen yüce adalete güven isteniyor. Çok hoş adaletin bu kadar hızlı olması.

Bir yandan da iktidar ilgilendirebilecek, iktidarın karışmış olabileceği herhangi bir dava aylarca yıllaraca gündeme gelemiyor. Ne muhattap bulunabiliyor, ne de etrafta bunu yargılayabilecek bir yüce adalet bulunabiliyor. El birliğiyle üzerine kum atılıyor. Çok hoş adaletin bu kadar taraflı olması.

Başka ülkeler de iktidarlar yargılanıyor mu? Belki hayır. Peki önemli olan onlar gibi olmak mı yoksa hak, hukuk, adalet ve eşitlik gibi "sempatik" kavramlar uğruna bir adım daha öne geçmek, daha iyisini mi yapmaktır...

Bilemedim...

Ekmek Arası Genetik Facia...

Önceden domateslerin bu gün "cherry" denen ve fahiş fiyata satılan domatesler kadar olduğunu biliyor muydunuz? Ya da bu gün bildiğiniz bir çok meyvenin, şu an pazardan aldığınızın yarısı, neredeyse 3te 1i boyutunda olduğunu biliyormuydunuz ? Ben uzun zamandır işim gereği biliyorum.

Peki neden şuan neredeyse bal kabağı kadar domatesler, karpuz kadar elmalar görüp, almak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Kısaca bahsedeyim. Hikaye yüzyılımızın ortalarında Meksika'da başlıyor. Ürünlerin yapay bir seçilime uğratılıp, daha verimli ve büyük olanlarının seçilmesiyle başlıyor. Bunların tohumları da saklanıyor ve yeni adlarla kodlanmış ürünler geliştirilmeye başlıyor. Buna "Yeşil Devrim" deniyor. Olay buraya kadar normal. Hala, her ne kadar büyük olsalar da yapay seçilimden dolayı hala sağlıklı ürünler.

Her zamanki gibi bu tatlı rüyalar daha sonra kabusa dönmeye başlıyor. Bazı beyfendiler, yapay seçilimi abartıp olayı genetiğe döküyorlar. Artık elimize, iki avucumuza sığmayacak elmaları koyuyorlar. Git gide verilen kod sayısı artıyor. Bir domatesin milyon tane türü ortaya çıkıyor. Seç seçebilirsen. İstediğin özelliğe göre. Çok fazla işin bilimsel ayrıntı kısmına girmeyeceğim. Yaşasın artık elimizde, aldığınız ne olursa olsun, adı "GDO" olan ürünler var.

Bir kaç firmanın elinde satışı yapılıyor. Aynı firmalar tarafından da genetiği değiştirilmiş, yani aslında mükemmel olması gereken ürünlerin mükemmel olmadığını gösteren ilaçlar da satılıyor. Birileri ekmek arası banknot yapıyor. Haberiniz olsun.

Bize ne? Bize ne söyleyeyim. Oldukça sağlıksız ürünler. En basitinden şunu söyleyeyim, kullanılan maddeler yada değiştirilmiş genetik insan sağlığını ve tozlaşmadan ötürü çevre sağlığını etkiliyor. Sağlıkla ilgili kısmında her ne kadar tersini söyleyen "biliminsanları"da olsa su götürmez bir gerçek. Kanser, kısırlık yol açtığı hastalıklardan bir kaçı.

Bunun yanında ekonomik bir kısmı da var ki sorma gitsin. 1-2 kişi zenginleştikçe zenginleşiyor bu sağlıksız ürünler sayesinde. Kaldı ki ne işe yaradığı belli olmayan devlet adamları tarafından, ülkeler arası iş birliğinde bir koza dönüşüyor, yeri geliyor bir ambargo mazlemesi oluyor. Her tarafından hayat fışkıran topraklarda üretim yapılmıyor da, bu uyduruk ürünler alınmak mecburiyetinde kalınıyor. Toplumlar gitgide zehirleniyor.

Bir yandan da bu ürünlerin karşısına, organik ürünler adı altında yeni bir sektör oluşturuluyor. Kof domatesi pazardan 2-3 milyona alıyorsunuz. Diğer tarafdan ense bakımından sizden üstün olanlar kilosu 20-30 milyondan sağlıklı ürünler alıyor. İşin güzel tarafı "GDO"ların sağlıklı olduğu söylyenlerin bile organiksiz bir günlerinin geçtiğini sanmıyorum. İnsana aptal muamelesi yapılıyor, demokrasi yoluyla bir kez daha insan hayatı hiçe sayılıyor. Gitgide ölsün fakirler tribi yaratılıyor. Bunu dile getirenler geçmişte olduğu gibi servet düşmanlığıyla suçlanıyor. Sağlıklı yaşam gitgide bir servet halini almaya başlıyor.

Yaşasın meclisimizden bu ürünlerin satışı ve üretimiyle ilgi yönetmelik geçmiş bulunuyor. Ne güzel olur beyaz domatesden yapılmış menemeni bir bahar akşamı, mutajen bir aileyle paylaşmak...


Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"Religion is the opium of the people."

(Karl Marx)

Hayat Nedir ?...


The Qatsi Trilogy

Yönetmen: Godfrey Reggio


Koyaanisqatsi 1982

Powaqqatsi 1988
Nagoyqatsi 2002

Daha önce "Baraka"yı izlediniz mi bilmiyorum. O kafada çevirilmiş bir belgesel.


Yüksek oranda sürmenaj ve migren olma tehlikesi altında izlenebilecek bir yapım. İlkel toplumlardan başlayarak günümüze kadar gelen bir teoknoloji ve toplum çılgınlığını izliyorsunuz. Ani değişen görüntüler size çok şey anlatıyor.

Art arda geçen görüntülerden oluşan ve şahane soundtrackler hazırlanmış bir belgesel. İçinde diyolog veya konuşma yok. Bu da işin güzel tarafı bence. Görüklerinizi, o hızlı geçişlerden anladıklarınızı yorumlamak size kalmış.

Kelimelerin anlamı mı? Hopi dilinde yazılmışlar. Daha yakın bir karşılık vermesi için buraya ingilizce olarak yazıyorum.

"Life out of Balance", "Life in Transformation", "Life as War".


Domuzluk...

Vazgeçemiyorum bu domuz gribinden, kendi klişemi yaratıyorum kaç gündür. Bu konu hakkında bir şeyler yazmaya çalışarak. Muhtemelen bir daha yazmayacağım bu konuyla ilgili, ta ki hasta olana kadar...

Geçen gün duyduğum bir şey yine rahatsız etti. Bu sebepden dolayı ufak bir şey belirtmek istedim. Gribin normal olduğu, ölüm oranının düşük olduğu söylendi. Asıl tehlikenin bu domuz gribinin, kuş gribi ile birleşmesi durumunda ortaya çıkacağını söylediler. Bu nasıl bir aymazlıktır bilemiyorum. Acaba bunun içinde bir aşı üretiliyormu merak ediyorum. Bu çok akıllı ülkeler böyle bir tehlikenin ortaya çıkabileceğini öngörüyolar da bunun için neden bir çalışma yapılmıyor. Acaba o zaman da milyon dolarlık yeni bir aşı ihalesine mi gireceğiz. Sonra o gelen aşılar, büyük bir panik havasında, insanların ölümleri örnek gösterile gösterile bize mi kaktırılacak. İster istemez kendimi kobay gibi hissediyorum.

Sinirim bozan ikinci bir konuda şu ki, girpten soğuk algınlığından korunmak için bol vitamin öneriliyor. Badem yiyin, ceviz yiyin, kivi de çok C vitamini var ondan tüketin. Yahu aklınızı başınıza alın bunlar insanların öyle alıp avuç avuç yiyebileceği şeyler mi. Madem ki sağlıklı olmanın korunmanın çaresi bu, o zaman canım devletim bunlardan dağıtsa olmazmı. Öyle onu yiyin bunu yiyin demek kolay. Verdiğiniz zamlar, ücretler ortada. Nasıl yiyecek bunları bu vatandaş da korunacak.

Dağıtın o zaman bu ürünleri de bağışıklık sistemimiz güçlensin hasta olmayalım. Zor birşey olduğunu sanmıyorum. Çernobilden sonra, Karadeniz'de üretilen ve muhtemelen kanserojen olan, satılamayan fındıkları, süslü reklamlar eşliğinde millete kaktırmıştınız. Bunu da sevaptan saymıştınız...


Sevaba devam edin iyi gün dostları...

Her Demokles'in Kılıcı Kendine....

Demokrasi denen şeyi bu kadar da umursamayın. Ciddiye almayın şunu şımarmasın. Herkes yırtıyor ortalığı demokrasi diyerek. Oysaki benim için saçmalıktan ibaret. Kimsenini eşit olmasını, söz sahibi olmasını ifade etmiyor benim için.

Ne zamanki haklarını koruması için, onları bir grubun eline verdiniz, orada demokrasi zaten bitmiştir. Bu hem haklarınızı savunamadığınızın göstergesidir, hemde onlar hakkında hiç bir bilginizin olmadığının. Bir azınlığın, çoğunluk hakkında karar vermesi hele ki adil karar vermesini beklemek kadar saçma bir durum varmıdır bilmiyorum, siyaset denen safsatada.

Bertrand Russel'ı severim. Söylediği şu söz çok önemlidir demokrasi adına. Kısaca özetleyeyim, herkese söylenen bir kişinin bile çoğunluğun üzerinde söz sahibi olmasıdır değil mi basitçe. Evet. Siz sanırsınız ki buna göre kararlar verilir, oyunuzun acayip önemli olduğunu ve vatandaşlık görevi olduğunu sanırsınız. Ama bu uygulayıcılar için bir şey ifade etmez. Size şunu söylemezler; tamam çoğunluk üzerinde söz sahibisin ama geri kalan çoğunuk da senin üzerinde söz sahibidir. Ve ne kadar doğruyu söylesende "demokrasi" icabı o çoğunluğa uymak zornda bırakılırsın. Kişilik hakları mı ? Gören var mı onları bilmyorum.

(Oy vermeye devam edin. Oy vermenin mantığı, sizi karar almada etkin bir birey gibi göstermek ve sorumluluğunuz olduğunu düşünmenizi sağlamaktır. Artık önemli bir insansınız. Önemli kararlarda söz sahibisiniz. Bu sorumluluğun altında yatan, sorumluluğu yerine getirdikten sonra başınıza gelene boyun eğmektir. Evet, elinizden geleni yaptınız olmadı, zaten bu da insan hayatı adına alınan kararlar değil, bir futbol maçından ibarettir. Yenilseniz de yenseniz de değil mi?)

Her ne kadar aşağılayıcı gibi gelse de, ne kadar "hümanizm" denen şirinliğe uymasa da, evet ben benim kararımın başka biriyle eşit olmasını istemem, düşünemem. Bu güne kadar izin verip gördünüz çoğunluğun kararını. Sonra bas bas bağırmanın anlamı yok.

Verilen kararlar hep çoğunluk adına değil mi? Siz hala o çoğunluk olmak için uğraşın durun. Ülkenin yarısının oyunu almış bir grubun bahanesidir bu. Sizin yok sayılma sebebiniz.

Demokrasi kominal toplumlar içindir. Eğer 5-10 kişilik bir arkadaş grubunuz varsa ve hafta sonu nereye gideceğinize karar veremiyorsanız, ancak orada demokrasi mümkündür.

Siz hala uğraşın özgür olmak için, özgürlüğünüz hafta sonu nereye gidebileceğinize karar vermek kadar.(O da eğer mevcut sistemi etkileyemecek bir grupsanız.)

Kalk Uyan...

Tarihçi değilim ama tarih okumayı severim. Bir hobi gibi görüyorum bunu. Hoşuma gidiyor, her türlü tarih yazısı ve tarih yöntemi. Olaylar hakkında o zamanın bakış açısını görmek ve o zaman ki olayların ve bakış açısının bu gün nasıl değiştiğini görmek ilginç geliyor. Kendime göre de çıkarımlar elde ediyorum vs.

Elimde de nereden geldiğini bilmediğim, kurtuluş savaşı öncesi gazeteleri var. Gözüm gibi bakıyorum. Küçükten beri ilgimi çekmiştir. Tarihini gördüğüm anda manevi değeri benim için tartışılmaz hale geldi. O zamanlardan beri elime geldikçe resimlerine bakarım, yazılarını okurum. Öyle ahım şahım şeyler değiller. 3-5 sayfalık gazeteler.


Malum karşılaştırmayı severim dedim. Bu günyaşadığımız olaylar da ileride tarih niteliğini kazanacak ve o zaman da bu günü değerlendirmeye başlayacağım ister istemez.

Bu günün tarihine de malum belge damgasını vurmuş durumda. Ordunun ilticayla ve AKp ile mücadele belgesi. Bir albay sorgu altında. Bu olayın süreci çok şüphe uyandırıcı. Belge ilk çıktığı anda, aslının olmadığı, belgenin sahte olduğu iddiasıyla olay kapandı. 4-5 ay önce. Süreç değişti gündem değişti. Şimdi aniden ortaya çıkıp acaba gerçek mi tartışmaları da başladı. Aslında hiç şaşırtıcı değil bu. Memeleketimin balık hafızalı, herşeyi bildiğini sanan insaları için. Bu hep böyle olmuştur, bir tek bunu hatırlamaz bu akıllı insanlar.

Ne zamanki iktidarın işine gelmeyecek bir durum yaşandı, tepkinin gelmesi beklenen taraf aleyhinde kesinlikle suçlayıcı ve konuşmasını engelleyici belgeler ortaya atılır. Ama kimse düşünmez neden bu tür belgeler, suçlamalar belirgin başarsızlıklar ardından gelir. Neden bekletilir 3-5 ay sonra "acaba" durumu yaratılır. Neden işin ehli olmayan uzmanlar bilirkişi olarak gösterilir. Neden "bilirkişiler"in genelde iktidarla güle oynaya çektirdikleri fotoğrafları vardır, neden her görüştükleri yerde sarmaş dolaş olurlar. (Daha öyle birşey olmadı tabii ki ama ben bekliyorum. Belgeyi inceleyenlerin 1 hafta önce kuruma atandıkları iddialar arasında bu da enteranasan.)

İleride bunları hatırlayacağım ve bu gün ki başlıklara bakacağım, acaba bu sürecin devamında ileride ne gibi yankıları olmuş. O bahsettiğim eski gazetelrden bir cümle hala çınlar kulaklarımda. İlk okuduğumdan beri...

"Kalk Uyan Yoksa Ardı Hicrandır."

Sizin de kulaklarınızı biraz olsun rahatsız etmesi dileğiyle...

Pırassaaaaa...

Dün ve bu gün ne yaptım? Tabii ki yatmadım. Allah için değil ama kendim için birşeyler yaptım. Bu iki günüm denk geldi, sanata ve snatçıya ayırdım. Dün Babazula konseri vardı.

Açık havada, her ne ise ismi bir sponsorluk aracılığıyla gelmiş sağ olsun. Daha önce canlı izleme şansım olmamıştı. Oldu, olur olmaz da anladım ki canlı izlemek gerekiyormuş. Böyle bir hengame, böyle bir nümayiş ve böyle bir büyü görmedim, duymadım.
Bir cd alarak da, dinleyerek de söyleceklerimini anlayabilirsinz (kısmen). Ama Babazula gözümde bir kat daha değerlendi. Bu topraktan beslendiğini, bu sokaklardan çıktığını gösterdi. Daha klasik bir ifadeyle bizden birisi olduğunu gösterdi.(Nasıl beğendiysem artık, benden duyulacak laflar değil bunlar. Muhtemelen ileride de buna benzer iltifatları zor görürsün, tadını çıkar) Tek farkla; aynı sesleri farklı bir şekilde duyuyorlar ben bunu anladım. Eğer elektrikleri aynı paralel de tutturabilirseniz duyup, görebileceğiniz çok fazla şey var.

Reçete olarak şunu önerebilirim: ilk olarak bir çift kulak, ardından açık bir zihin, ön yargısız bir bakış açısı ve nefesi nasıl alman gerektiğini biliyor olman.

Şüphesiz ki, bu coğrafyada sahne performansı en yüce gruptur Babazula.

Tek kelimeyle ifade etmek gerekirse...


Pırassaaaaaa...

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"Mutual aid is as much a law of animal life as mutual struggle. "

(Peter (Pyotr) Alexeyevich Kropotkin)

Haybeden Gazel Okumak...

Bak bunu da yeni okudum. Bir köpeğin veya kedinin doğaya zararı acayip derecede fazlaymış. Habere göre bir cip kadar hasara yol açabiliyormuş doğada. Aynı şekilde aynı biliminsanları tarafından yapılan açıklama da bazı hayvanların da, bu kadar zararının yanın da doğaya da hiç yararı yokmuş.

Anladığım kadarıyla insan odaklı bir araştırma olmuş. Ufaktan bir tür faşistliği sezmedim değil. Doğaya yararlarları yenilebilirlilikle ölçülmüş sanırsam. Baya bir aymazlık var anlayacağınız. Vakti zamanında da büyük baş hayvanların çıkardıkları gazların, sera gazı etkisini artırdığını okumuştum.

Çok hafife alınıyor bu sera gazı, küresel ısınma meselesi. Bu kadar basit olabilir mi acaba? Bir türü insana yararı yok, hiç bir hayvan tarafından yenmiyor diye çirkin ördek yavrusu, bir ekolojik facia olarak nitelendirmek koskoca ekoloji bilimini ve ekolojik çeşitlilik, niş kavramlarını toplayıp çöpe atmak demek. Doğal denge ne demek?

Ayıptır yahu! Afedersiniz o büyükbaşlar, köpekler ve dahası miyonlarca yıldır gayet gaz çıkarıyorlar. Dünya o osuruklara rağmen yeşildi. Ne zamanki insan osurmaya başladı, g.tünün yetmediği yerde de, bunun için makinalar yaptı, o vakitten sonra dünyanın rengi değişti. Şimdi de , burada da, köpeğe kediye de, efendime söyleyeyim, laf atıp da polemik yaratmanın anlamı yok.

İsviçreli bilimadamları kendinize gelin. Toparlanın biraz. Sabah kahvaltınızı düzgün yapın, spora vakit ayırın ne bileyim arada sosyalleşin. Eşinize vakit ayırın. Artık kendiniz için bir şeyler yapın.

Kime diyorum ben....

Westernin Spagettisi Makbuldür...


Sukiyaki Western Django

Yönetmen: Takashi Miike

2007

Hala var mı bilmiyorum eskiden her pazar öğlen vakti yayınlanırdı bir adet western. Herkes sevmeyebilir bu türü. Bağımlısı olan da kaptırır kendini izler. Son zmanlarda da yeniden çekilmeye başladı bildiğim kadarıyla bir kaç, bol aksiyonlu western.

Bu filmi, onlardan ayrı kılan bir özelliği de japon işi olması. olay Japonya'da geçiyor, karakterler Japon ama herşey Amerikan. "Kırmızı"larla "Beyazlar"ın savaşı. Kasabaya gelen yeni ve gizemli bir yabancıyla taraflar yine karşı karşıya geliyor.

Alabildiğine sürükleyici, komik ve absürd bir film. Doğunun Batıya tersten bakışı gibi.

Alabildiğince absürd dedim ya, içinde Tarantino da var. Bu da izlemek için önemli bir sebep bazıları için. (Benim gibi)

Film, Ringo (Tarantino) karakterinin hikayeyi anlatmasıyla başlıyor. Hikaye ondan sonra klasik western kalıplarıyla devam ediyor ama sadece kalıp olarak. Gerisi ise absürd derecesinde komik. Özellikle açılış sahnesinde hikayenin anlatılması sahnesine dikkat edin. Orada garip birşeyler var.

Unutmadan "İyi Western Gol Getirir!..." (western sevenler için)

Elinin Hamuruyla...

Son zamanlar da dikkati mi çekti. Geç farketmiş olabilirim bir insan evladı olarak. Eminim bazılarınız benden önce farketmiştir bunu ve umursanır birşey olmaktan çıkmıştır sizin için.

Bundan sonra kararım şudur ki bankalar ve benzer kurumlar da dahil hiç bir yere mail adresimi vermeyeceğim. Alttan alta satılıyor ve binlerce mail adresi etrafta dolaşıyor. Hazır kitle olarak satın alınıyorsunuz yani. Bu spam mail denen gereksiz ileti mekanizması böyle oluşuyor.

Bu zaten sinir bozucuydu, bir de artık, afedersiniz b.k varmış gibi, kız isimleriyle gönderiliyor. Hem ısrarla bir meşgul etme çabası, hem ergen bünyelerde "kız emeseni" tribi yaşatılıyor.

Bu kadar da aptal yerine koyulmaz ki insan (ya da aptal) olmaz ki.

Siz siz olun benim vakti zamanında kıytırık bir link elde etmeye çalıştığım gibi sağa sola mail adresinizi verip üye olmaya çalışmayın.

Buradan bunları gönderen arkadaşlara seslenmek istiyorum:
"Yeter Laaaaaaaan! Ne sizden haberdar olmak istiyorum ne de saçma sapan ürünlerinizden bir tane edinmek istiyorum. Haber vermeyen olm bana. Bana ne Lan!"

Damardan Tüketim...

"- Bu arabaya gerçekten ihtiyacınız var mı?
"- Hayır yok ama istiyorum." (İstiyorum, istiyorum, istiyorum)

İhtiyacın yoksa neden istiyorsun ki. Bu kadar gereksiz olduğunu bile bile, işine yaramayacağını bile bile aynı zamanda senin akranlarının bunu yurtdışında yarı fiyatına aldığını bile bile. Bir de satıcının yaptığı tahminler ne kadar masumca. Dalgıçsınız, yiğenleriniz var vs. O araba ne dalgıç tüpü taşınıp dalışa gidilecek bir araba ne de kimsenin yiğeninin o bagaj dolusu, taşınması gereken oyuncağı olamaz. Saflığın sahtekarlığına sığınma çabaları. Art niyetin biz de olduğu yansıtması vs.

Artık klasikleşti. Aynı "Küresel Isınma" tekerlemesi gibi oldu "Tüketim Toplumu" lafı. Hala, klişe olmasına rağmen kalıcı ve açıklayıcı bir terim aslında.

İcatların yapılmaya başladığı ilk zamanlarda etrafta böyle gereksiz laflar dolaşmazdı. Üretilen herşey ihtiyaca göre şekillenir, üretim ve gelişim ihtiyaçtan doğardı. Şimdi ne oldu da böyle oldu. Teknoloji battı mı acaba? Giderek bilişim yüzsüzü bir toplum mu oluşmaya başladı, oluşturulmaya başlandı.

Reklamları takip ettiğiniz de hala, çoğu ihtiyaca yöneliktir. Daha iyi leke çıkaran ürünler, tasarruflu ve hızlı ev aletleri vs. Gelgelelim bu reklam sanırım bir şeylerin dönüm noktasını oluşturuyor.

Sanırım, artık üretilen malların ihtiyaç fazlası olduğu anlaşıldı, yine klişe bir deyimle "vahşi kapitalizm" bu malları elden çıkarmak için ve yeni lüzumsuz ürünlere bağımlılık yaratmak için başka oyunlara başvuruyor. Giderek sahte bir özgüven ve kontrollü bir şekilde değiştirilebilen bir estetik kavramını ortaya çıkarmaya başlıyor.

"İstiyorum" buna hakkım var ve kimseye birşey açıklamak zorunda değilim mesajını alttan alta pompalamaya başlıyor. Gaza gelen tüketici "istedim, aldım" sahteciliğinin içine çekilmeye başlıyor. Artık aldığınız malın iyi, işe yarar, gerekli olması gerekmiyor. Siz artık istediğini elde etmesi gereken ve hiç bir şeye, hiç bir kimseye hesap vermesi gerekmeyen birey rölünü oynamaya başlıyorsunuz.

Burada dikkat! Aynı rol size temel özgülüklerinizi kullanmanız hususunda verilmiyor. Kullanmak istediğiniz takdirde, demokrasi denen güçlünün seçme ve seçilme hakkı olduğu, elit yalanlar devreye giriyor.


İleride bu teknik de (yani sahte ve amaca yönelik özgüven pompolanması) artık çürümeye başlayınca tekrar ihtiyaca yönelik ürünler çıkarılmaya başlanacak. Ama hazır ol bunu sen öyle sancaksın! Mesela kolanın her derde deva olduğu yalanı tekrar ortaya çıkacak, biranın aslında göbek yapmadığı, sigaranın insan öldürmediği aksine ömrü uzattığı ve bir taşıtın aslında bir yere ulaşmak dışında bir çok işe yaradığı, bunlardan sadece birisi için bile almaya değer olduğu gibi.

Reklamcılığın ürün pazarlama konusunda ileri bir yaratıcılık tekniği olduğuna inanırım. Gelgelelim her çıkan reklam ve pazarlama stratejisine yönelik hayat şekillendirmeye başlarsanız, giderek bu tuzağın içine düşmeniz kaçınılmaz. Her reklamda çıkan şeyin gerekli olduğunu düşünmek (şu an için) hak verirsiniz ki gereksiz.

Algıda bir anlık kırılma ve ardından herşey sizin için toz pembe...

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"There have always been churches to hide the death of god and to hide the fact that god is everything which is the same thing."

(Jean Baudrillard)

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"I have nothing to offer but blood, toil, tears and sweat"

(Sir Winston Churchill)

Öylesine...


"Ortada ki benim."

Kötü Gün Esprisi: "Muhalefet baya sağlam." (bknz. Levent Kırca.)

Gazete de gördüm, komik geldi birden.

Söz Söyleme-me Sanatı...

Savaşların kılıçla kazanıldığı zamanlar artık çok geride kalmış gibi görünüyor. Hala bazı yerlerde ısrarla devam ettirilmeye çalışılsa da bu böyle. Görünen köy kılavuz istemez. Sistemin ısrarla dayattığı, bir arada koyun gibi toplu durup toplu haraket etmemizi sağlayan kamu vicdanı geri tepmeye başladı.

İnsanlar hala öfkelenmiyorlar mı? Evet, doğal olarak öfkeleniyorlar ama bunun yanında toplu bir acıma duygusu toplu bir rahatsızlık da çekiyorlar. Kitleleri sürükleyen yada yönlendiren bu kritik noktayı yakalamaya bağlı.

Doğru noktayı bulup, tabiri caizse yumuşak karnı bulup oraya çalışmak gerekiyor artık. Eskiden kılıç nereye gelirse öldürüyordu, şimdi öyle beyhude sallamakta yok artık. İllaki o yumuşak karna vuracaksınız, illa belli bir hızda ve belli bir zamanda vuracaksınız. Bu daha karmaşık olan, acıtmıyor gibi görünse de farkına varınca son derece acısını hissettiren yeni savaş taktiğinin adı "Diplomasi".

Artık bir savaş da yenen tarafta olmak istiyorsanız bu savaş taktiğini iyi bilmek gerekiyor. Bunun da yolu doğru konuşmaktan geçiyor. Ses tonunu, vücut dilini ve doğru kelimeleri kullanmaktan geçiyor. İyi bir esnaf nasıl iyi bir esnaf olur? Elindeki malı, kalitesine bakmaksızın, her koşulda tüketebildiği zaman. Malın iyi olması gerekmez, kullanışlı veya size hitap ediyor olması bir şey ifade etmez.

Eğer bu yolu doğru bir şekilde öğrenebilirseniz elde edemeyeceğiniz şey yoktur. Ha öle aman aman bir şeyler anlatmanız da gerekmez. Anlattıklarınız doğru olması da gerekmez. Bunu çok farklı bir şey anlatıyormuş gibi yapabilirsiniz. "Asillerin" çözdüğü kilit noktalardan birisidir bu. Aşağı gördükleri halk, her zaman ciddi konuşan ve anlamadığı bir şeyden bahsedenleri önemli bir insan gibi görme eğilimindedir.

Düzgün konuşmayı ve tonlamayı öğrenmek, vücut dilini çözmek ve biraz Osmanlı'ca kelime ezberleyip arka arkaya sıralamak yeterli.

Ha olurda önünüzde biriken kalabalık bir gün "ne söylüyor bu, böyle birşey yok bunlar doğru değil" diyebilirler. Ha olurda kaynaşmaya başlarlar aralarında. O zman hiç bundan etkilenmeye gerk yok. Bırakın yalanlar yalanları kovalasın. Karşınızdakini güzel bir rüyadan uyanmış sonra tekrar uykuya dalmış gibi düşünün ve davranın. Emin olun işe yarayacaktır.

Muhalefet demek her gördüğü yanlışı kürsüden bağıra çağıra söylemek değildir. Bence.

Muhalefet (bu günün kurallarına göre) ne söylerseniz söyleyin doğru düzgün ve önemli bir şey anlatıyormucasına söylemek. Karşıdakinin anlaması gerekmiyor. Önemli birşey anlatıyor olmanız gerekmez.

Artık.

Kılavuzum Karga Değil...


Pathfinder

Yönetmen: Marcus Nispel

2007

Bir millete ait, doğru dürüst bir yazılı kaynağın olmaması gerçekten çok talihsiz bir durum. Hem o millet için, hem tarihi sevenler için. Bilmediğimiz zaman, herşey bizim hayal gücümüze kalıyor. İstediğin kadar oyna. (Bu yüzden, tarih her zman adil ve dürüst gelmez bana.)

Amerika kıtasını ilk bulanların, ulaşanların Vikingler olduğu söylenir. Ama sadece söylenir, öyle midir bilmiyorum. (Burada görev sana düşüyor, eğer kabul edersen. Doğrusunu biliyorsan söyle.)

Hikaye de bunun üzerine. Yerliler arasında yetişen bir Viking evladı, tam olarak içlerine almasalar da, giderek onlardan birisi oluyor. Sonunda ise tarih tekerrür ediyor, kendisini orada unutan halkına karşı gelmek zorunda kalıyor.

(Biraz daha dramatize edebilirim istersen) Kendi halkına karşı gelen bir savaşcı, kaderiyle yüzleşmek zorunda kalıyor.

Film alttan alta bize doğduğun değil, doyduğun yer felsefesini veriyor.

Bu filmi eden mi anlattım ? Çünkü güzel aksiyonları severim...

Gribe Devam...


Bu arada bu haritayı yeni gördüm. Hastalığın en fazla görüldüğü ve ölüme yol açtığı yerin, ilk ortaya çıktığı yer değil de Amrerika olması biraz garip değil mi? Ne yani bu kadar tantana yapan, teknoloji devi, demokrasi ülkesi olan Amerika mı?

(Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/25014617/ )

Gölgelerin Gücü Adına, Güç Bende Mi Artık ?...

İnsan evladı gücü eline almaya görsün. Kendini bir halt sanmaktan geri duramıyor. Herşeyi yapabileciği düşüncesi de sanırım, bu gücü elde etmeden önceki güven eksikliğinden kaynaklanıyor. Kendini yetersiz hissetme, gücü ele alındığı zaman, sanki tanrılık bahşedilmiş gibi oluyor. Tabii ki bu her açıdan kötü bir durum. Etrafa saldırmasının yanıda, kişiyi de büyük bir yanılgının içine düşürüyor. Şöyleki, herşeyi yapabileceği düşüncesi, bir süre sonra yapabileceği her şeyi yapmaya hakkı olduğu gibi bir düşüncenin içine itiyor. Ki bu yüzden kibir, yedi ölümcül günahtan biri sayılıyor.(Bu da He-Man'i, "Gölgelerin gücü adına, güç bende artık" söyleminden dolayı, en büyük günahkarlardan birisi yapıyor ama o ayrı bir hikayenin kosu)

Buraya kadar herşey standart, doğal insan davranışları içerisinde ilerliyor.(Ha bu arada belirteyim doğa da böyle bir şey görülmez, güçlünün güçsüzü ortadan kaldırmaya çalışması, Darwin'in görüşü değil, Hitler'in kısa boyunu gizlemek için uydurduğu pembe rüyalarıdır. Buna sebep olan organik evrim değil, kültürel evrimdir.) Asıl mesele buradan sonra başlıyor. Ne zamanki etrafındakilerde, güçsüz olduğu düşüncesinden hareketle, gücü yeni eline almış kişiyi güçlü görmeye başlarsa, asıl kıyamet işte o zaman kopuyor.

Tam da bu olduğu sırada "güç" kavramının içeriği değişir ve unutulur, bir olgu olarak sadece güç kalır. Kendi anlamını doğurmaya başlar. İlerleyen durumlarda da artık, kavramın içerisinin boşaltılması nedeniyle, artık bu güç tartışılmaz, sorgulanmaz ve daha kötüsü anlaşılamaz hale gelir. İşte gücü elinde bulunduran bu andan sonra tehlikelidir.

Bir yerde de, bu tehlikeyi doğuran, ortaya çıkmasını ve büyümesini sağlayan, aynı zamanda onun acısını çeken oluyor. Bu ilerleyen zamanlarda önlenmesini etkileyen en büyük etkenlerden birisi. Sanki kötü bir evlat yetiştirmiş gibi, hem kıyamamaya (yani benimseme, bu baskıyı doğal olarak görme, hayatın kurallarından birisi olarak görme) hem de nefret etmeye (canı çok yandığında isyan etme, kızma ama yine de birşeyleri değiştirememe) yol açıyor.

Hele birde bu "güç" saltanat haline gelirse ya da bir ideoloji olarak benisenirse, bu özgüvensizlik durumu ve lüzumsuz kibir durumu kuşaklar boyun devam ediyor. Gücü elinde bulunduranlar hükmetmeye, diğerleri de onu destekleyip, sürünmeye devam ediyor.

Giderek şirketleşmesi ise tabii ki kaçınılmaz bir durum. Bir şirketin kurallarına ve hiyerarşisine sahip oluyor. Kendi güçsüz hisseden, o en baştaki özgüvensiz kısım da sanki özel bir şirkette çalışan günde
likçiler gibi görünmeye, hissetmeye (hissettirilmeye) başlıyor.

Bunları neden mi anlatıyorum?

Hala uyanamayan varsa diye. Bunun adına "devlet" deniyor.

Yeniden Küresel...


Her ne kadar farklı bir eylem planına inansam da, yöntemi kabul etmesemde, bu konuda bütün karşı çıkışların yanındayım. Bu küresel ısınma meselesi, ülkelerin egolarından kurtarılıp bir an önce çözülmeli.

(Bunu demokratik yollardan yapmaya çalışmak, kuralları koyanların kurallarıyla, onlara karşı mücadele etmek gibi geliyor bana. Yaptırım uygulanamamasının sebebi bu bence.)

Küresel Eylem Grubu Sözcüsü Nuran Yüce'nin konuşmasının bir kısmını aynen alıyorum:"küresel yoksulluğu derinleştirirken yoksulları bir de iklim değişiminin sonuçları karşısında çaresiz bırakıp ölüme terk eden hükümet politikaları için karar almak üzere Kopenhag'a gelecek olanlara 12 Aralıkta dünyanın tüm şehirlerinden bizim sesimiz yanıt verecek.''


Bu yanıtın yeterince küresel ve yeterince "şiddetli" olması dileğiyle...

Ortalarda Bir Doğu...


Bu Orta-Doğu için ne demeli bilmiyorum. Artık insanların onulmaz bir cahilliğinden midir yoksa içeriden gelen bir şiddet duygusu mudur, ne yapacağını bilememe durumu mudur bilmiyorum.

Irak işgalinde, Filistin bombalanmasında dünya ayağa kalktı bu vahşete tepki göstermek için. Başbakan bile Davos'ta posta koydu İsrail'e. Çoğu kişi, dış ilişkilerimizin yerle bir olmasına rağmen, ayakta alkışladı bu delikanlı tavrı. Ben pek o tarlarda değilim neyse.

İşgaller sırasında ki ölümler bir şekilde kesildi, önlendi, ordular çekildi her neyse. Buna rağmen insanlar ölmeye devam ediyor. Bunu anlamıyorum. Müdehale ediyorsun, saldırıyorsun ölümler oluyor, çekiliyorsun antlaşmalar yapıp, "refahı" adına bir şeyler yapıyorsun yine ölüyorlar. İlla ki işgalci ülkeye karşı gelip ölmeleri gerekmiyor, hiç birşey olmasa da birbirlerini vurup öldürüyolar. Bu bana trajikomik geliyor fazlasıyla. Sanki oradakilerin yaşam gayesi, yazgısı bu imiş gibi. (yazgıya, kadere pek inanmam, sebep-sonuç ilişkisine inanırım daha çok)


Olay sanırım ülkenin, kültürel çeşitliliğinden kaynaklanıyor. Bu çeşitlilik de vakti zamanında "dış mihraklarca" kimliklerin öne sürülmesi, kabullendirilmek istenmesiyle kışkırtılıyor. Fransız ihtilali sonunda ortaya çıkan milliyetçilik akımı gibi, her azınlık kendi hakkını elde etmeye çalışarak, kimliğini dayatmaya çalışarak kopup gidiyor bir yana. Bu çatışma bir yerden sonra coğrafyanın kimliği haline gelmeye başlıyor. Bu da, şu sıralar bana çok tanıdık geliyor. Özellikle dışarıdan kışkırtılıp, ayrıştırılma çabası.

B
üyük İskender'in dediği gibi Orta-Doğu'yu işgal edebilirsiniz, hükümdarlarını esir alabilirsiniz ama oraya hükmedemezsiniz. (Bu sözü neden söyledim bilemiyorum ama Orta-Doğu hakkında ne zaman birşeyler duysam, düşünsem bu söz aklıma gelir, tüylerim ürperir.)

Domuz Gribi...

Sonun da burada da başladı. Domuz gribi. Artık kapımıza dayandı. Dün itibariyle ilk kurbanımızı verdik. Ben hala kararsızım bu aşı konusunda. Bir de ne kadar hızlı yayıldığını farkettiniz mi? Bir iki gün önce 10larla ifade dilen hasta sayısı bir anda binlere çıktı.

Çok hızlı yayılıyor ve her türlü yayın organı bunu bas bas bağırıyor. Uyarıyor ama bu kuşkularımı yenmeme sebep olmadı nedense. Hala altında bir komplo olduğu düşüncesi içerisindeyim.

Vakti zamanında bir arkadaşım bu ekonomik krizle ilgili bir fikir ortaya atmıştı. Aslında olmadığı ama kapitalist ülkelerin yeni pazarlar oluşturmak ve yeni 3. dünya ülkeleri yaratmak adına ekonomilerini kıstıklarını, para akışını yavaşlattıklarını ve küresel bir krize "bilerek" yol açtıklarını söylemişti. Bu mevcut ve borçlu olan ülkeleri daha da fakirleştirmek içindi. Mantıklı geliyor değil mi ilk bakışta?

Biraz alternatifleri izleyince olaylar başka görünüyor değil mi? Sağlık bakanı bu tip açıklamalar yapanları, ölümler olduğu halde, kişileri etkilemekten ve ölümlerine sebebiyet vermekten soruşturma açacağını söylemişti.

Ben sizi etkilemiş gibi olmayayım ama ben hala kararsızım.

Bu arada Ankara'da da okullar 1 hafta tatil ilan edildi. Kendinize dikkat edin. C vitamininizi eksik etmeyin.

Doğu- Batı Sentezi...

Doğu-Batı sentezi ülkemizde olduğu gibi tüm dünya da sanırım aynı yıllarda başladı. Bunun örneklerini görmek mümküm. Bunun sebebine ister ticari kaygı, dünyaya açılma olarak ister yeni bir şeyler denemek olarak düşünün farketmez. Olmuş bunlar.

Olmayacak şey değil. Bunu ya batı enstrümanları kullanıp doğu ezgileri söylerek, ister doğu enstrümanları kullanarak batı ezgileri söylerek yapın o da farketmez. Şu 4 seçeneği bile birleştirdiğiniz de acayip bir endüstri çıkıyor ortaya.

Dediğim gibi ülkemizde de olmuş bunlar. Hatta şu an, bu akımı yada dönüşümü sağlayan kişileri görebilirsiniz televizyonda. Ben başlattım diyerek övünürler. Bence yerden göğe kadar haklılar. Her ne kadar bizde de iki şeyi birbirine karıştırmış olanlar varsa da benim aklımda kalanlar, genelde batı enstrümanlarıyla, türkçe söylenen ve türe uygun olarak söylenen, uydurulan parçalardı. Bence güzel olanı da budur.

Ha diğerlerinde bir emek yok mu? Var. Takdir haketmiyor mu? Ediyor. Çok samimi, çok doğal vs. gibi klişeler bu tanımların içinde her zaman yer alır ve aklı çelicidir seçicilik söz konusu olduğunda. Gel gelelim bu arkadaşlarla ufaktan maytap geçmemize engel olmaz, tefe koymamıza zerre kadar etki etmez.

Bu da Kuveyt yöresinden, 70'li yıllara ait bir parça. Anlatmak istediklerimi özetleyecektir sanırım. Fazla söze gerek yok. "do you love me, do you do you-do you want me, do you do you" dememiz yeterli...

Altın sesler plakçılık gururla sunar. Bandali Family sizlerle...

Açılamadım...


Bu açılım meselesini her aklı selim vatandaş gibi bende anlamadım. Nedir, ne oluyor, plan ne amaç ne? Yok. Acaba ben mi birşey kaçırdım diye düşünüyorum.

En son dağdan inenleri izledim televizyonda. 34 kişi. İyi güzel indiler de gerisi nerede ve amaç ne?

Kafamı kurcalayan bir iki mesele var aslında. Unutmadan ekleyeyim dedim. İlki dağdan inme meselesiyle ilgili. Devlet o kadar yaptırım uygulamaya çalıştı, yeri geldi bombaladı. Adamlar azıttıkça azıttı, sonra birden dağdan indiler. Bu konuda, İmralı da beslenen tiplemenin payı olduğu söyleniyor.

Şimdi mesele şu; devlet onun ne haritasını ne de şahsını umursamadığını söylüyor. Ama ordan gelen talimatla bu adamlar iniyor ve bunun böyle olduğu da üstüne basıla basıla söyleniyor. Bunun amacı, o adamı zorla bu sürece dahil etmek mi acaba? O demezse biz kılımızı kıpırdatmayız, kendi başımıza karar alamayız, bu partiyi de öylesine spor olsun diye kurduk mu denmek isteniyor?

Malum partiye dava açılıp kapatılmaya veya vekillerinin tutuklanmaya çalışılması da acaba, sürecin ilerleyen kısımlarında elde edilmesi umulan olumlu sonucun (ki sanmıyorum olsun) paylaşılmasını önlemek mi ? Sonuçta bu adamlarda dağdan inenlerle aynı suçtan, terör suçundan kovalanıyor.

Kafam takılan ikinci mesele de bu inenlerin sorgulanma süreci. 24 saat içinde hemen yargılanıp, sorgulanıp serbest kaldılar. Soru işaretleriyle dolu benim için. Bu ülke de kim 24 saat içinde sorgulanıp, serbest bırakıldı. Meşhur baklava çalan çocukları hatırlıyorsunuz. Şu hıza bakarmısınız. Kaldı ki bu adamlar terör örgütü üyesi. Mümkün değil bu kadar sürede bu kadar basit bir şekilde serbest kalmak. Heleki diğer tarafta, 1 yıldır, aynı suçtan, terör örgütü kurmak ve üyesi olmak "şüphesiyle" halen hapiste bekletilen onlarca "Ergenekoncu" varken.

Gerçekten neler olduğunu, nasıl anlaşmalar yapıldığını anlamak mümkün değil. Çelişkilerle dolu bu devlet, iktidar vs. işleri. Tabi "bilene" bırakmak lazım.

(Daha Deniz Feneri'ne gelmedim bile. Aydınlatmayan fener mi olur?)

Mehtaba Karşı...


Ayın kaynakları kimin olacak başlıklı habere ithafen.

Ne demek kimin olacak. Ayak bastınız yetmedi, bombaladınız kesmedi, nükleer reaktör kurmaya çalışıyorsunuz doymadınız, bir de kimin olacak diye soruyorsunuz.

Kimin olacak senin, benim, yeşil küçük adamların, kuyruklu yıldızda yaşayan kırmızı cücelerin.

Geçen sefer ne dedim ben. Ellemeyin dedim. Şimdi de arazi paylaşımına girmişler.

Vakti zamanında cennetten yer satıyorlardı. Yakın zamana kadar memleketimizde de cennetten yer satma olayları görülmüştü. Garipler paralarını vermişler, sonra dolandırıldıklarını anlayıp emniyet mensuplarına yakınıyorlar. Ne yapsın size türk polisi.

Şimdi de Ay'dan mı yer alıcaz.

Buradan yetkililere tekrar sesleniyorum. Rakımı hazırlamışım, balığımı yapmışım, eş dost oturmuşuz balkona, atlet-pijama muhabbet çevirecez. O sırada yukarıya baktığımda görmezsem o Ay'ı, pijamamı atletimi çıkarmaya üşenirim, NASA'ya kadar gelmeye üşenmem.

Bak bir daha uyardım, sonra "abi söyleseydin, bilmiyoduk, duymadık" ayakları yapmayın.

Uç Uç Böcecik...

Eskiden, t.v. nin ortaya çıkışının ilk yıllarında, bırakın izlediklerimizi, t.v.nin kendisi bile garip gelirdi. En azından benim için öğle. Küçüklüğünde, ekranın karşısında saatlerini geçirmiş, aynı kanala saatlerce bakmış biri olarak, birde kafasına t.v. düşünce tamamen kayış kopmuştu bende.

Hele izlediğim korku ve bilimkurgular bambaşkaydı. Gelecekte bunlar olacak bak derlerdi evimizin ileri gelenleri. Tabi o zamanlar bir çoğunun zaten olmuş olduğunu bilmiyorduk.(Cep telefonu, görüntülü iletişim falan söylentiye göre 80'lerde ortaya çıkmış, kullanılmaya başlanmışmış.)

Artık iyice işler çığrından çıktıktan sonra, yani bu renkli t.v.lerde, efekt kullanılan bilimkurgular yayınlanmaya başladıktan sonra, tamam dedim, adamlar geleceği görebiliyor. İleride olacakları bize gösteriyorlar diye düşünmüştüm.

O zaman ki aklımla (ki bana yetiyordu o kadarı), bu adamlar fikri ortaya atıyor, biliminsanları da bu fikri alıp geliştirip piyasaya sürüyorlar diye düşünmüştüm. Şimdi gelinen durumda artık bu düşüncem tamamen değişti. Bulunan, yapılan herhangi birşey beni şaşırtmıyor.

İyice komplo teorilerine dalmış olan ben, paranoyanın eşiğinde artık bu ikisinin ortak olduğunu düşünüyorum. Bilimadamları ne bulacaksa buluyor, bilimkurgu yazarlarıda bunu hafif hafif işleyerek beynimize sokuyor. Sinir hücrelerimize empoze ediyor. (Evet , evet kesin böyle oluyor.)

Gerçekten bilimkurgu yazarları yok mu? Evet var. Jules Verne bana göre bunların babasıdır. Ama onun yaşadığı dönem, ilk başta söylediğim gibi, bilimkurgunun bilime malzeme verdiği dönemlerdi ve bu geçmişte kaldı. Artık böyle düşünüyorum.

Acayip teknolojiler, uzaylılar vs. bunların hepsinde bir yere geldik de ürkmeyelim diye bize birden söylemiyolar da, böyle bilimkurgularla alıştırmaya, olağanlaştırmaya çalışıyorlarmış gibi hissediyorum.(Sonra sokaklarda g.tü yere yakın yeşil adamlar görünce yabancılık hissetmeyelim, kendimizden huylanmayalım diye.)

Bu kadar uzun bilimkurgu muhabbeti yaptıran ne? Ne söyleyeyim, vakti zamanında adamlar böceklerin sinir sistemlerine(ki gelişmiş vs. bir sinir sistemi yok) elektronik devreler takıp hayvanın uçuşunu simule edip, kontrol etmeyi başarmışlar ve şimdide robot sinek yapmışlar.(Artık heryerdeler, allaaam nooluyo). Evet bu. Gördüğünüz gibi sinek küçük ama her zaman mide bulandırıyor.

Aynı bilimkurgucuların ve t.v. nin bana öğrettiği birşey daha var ki, bunu "Dev Robot Böcek" meselesinde de söylemiştim.

En iyi robot mutfak robotudur. (Bunu bana yapmayacaktınız olm, hele bir robot göreyim yolda "daşlamassam" milyon dolarlık aleti ne olayım)

Çok Sinirliyim, 12nizi de Döverim...


12 Angry Men

Yönetmen: Sidney Lumet

1957


Doğruyu bulmanın çeşitli yolları vardır ve kuşkuculuk bunlardan birisidir. Şüphelendiğiniz şeyin olasılığı her ne kadar düşük gibi görünse de, mantıklı düşününce tek gerçek haline dönüşebilir. Herkesin doğru dediği, her zaman doğru olmayabilir.

Aynı kırk delinin bir kuyuya taş atması gibi ama burada bir akıllı bu taşı çıkarıyor.

12 tane adam bir odanın içinde, bir çoçuğu suçlu çıkarmaya çalışıyor. Bu jüri üyeleri, olayları kurgulayarak sanık hakkında bir karara varmaya çalışıyorlar. Filmin başından beri sessiz olan arkadaşımız(Henry Fonda oluyor bu şahıs) suya bir taş atıp ortalığı bulandırıyor. 11'e karşı 1'in bir nevi sinir savaşı, nefis mücadelesi. Önyargının nasıl kolay oluşabileceğini ve ne kadar zor kırılabileceğini görüyorsunuz. İnsanların hayatlarını bu önyargıyı oluşturmada ne kadar büyük rol oynadığını da görüyorsunuz.

Sonuç her ne kadar süpriz olmasa da ben sonuca ulaşılan yola daha çok dikkat etmenizi öneririm. Olasılık milyonda bir bile olsa onun gerçekleşme ihtimali vardır. Eğer söz konusu bir insanın hayatıysa o olasılık da değerlendirilmeyi hak ediyordur.

Ayrıca başarılı bir yönetmen nasıl olurun cevaplarından birisini de bu film veriyor. Bir odanın içerisinde, 12 adam, 1.5 saat ve doğru senaryo. Eğer hiç sıkılmadan, "lan daha ne olcak acaba" diye izliyorsanız, bence iyi yönetmen budur.

"Inggh de bakiim, Inggh de çıksın"...


Yine aynı zamanlara dair hikayeler bitmez. Geçen zamana anlamak, nelerin değiştiğine inanmak gerçekten zor geliyor bazen bana.

Daha iki yüzyıl öncesine kadar insanlar, gripten, soğuk algınlığından yatağa düşüp, kitleler halinde kırılıyorlardı. Şimdi onlar hayatımızın olmazsa olmazları, AIDS, kuş gribi, ebola vs. de olmasa da olurları haline geldi. Şimdi de domuz giribi. Nedir domuz giribi bizimle ne alaksı vardır pek anlamadım. (Az çok biyoloji bilirim, o kadar da değil.)

Anlamadığım kısmı, neden bu kadar çeşitlendi ve ardarda gelmeye başladı, çaresini bulamadığımız bu kitlesel illetler. Bu insanı paranoyak yapar valla. Hem ardarda gelecek hem kitlesel olacak hem çaresi bulunmayacak. İnsanın aklına kötü kötü şeyler geliyor.


Bunu bir şekilde teknoloji denen nanenin ne pis bir illet olduğuna bağlardım ama başka zaman. Theodor abimin bir fikri vardı bu konuda. Bana çok mantıklı gelmişti. Bazı tekellerin hayatını sürdürebilmesi ve yine bazı 3. Dünya ülkelerinin bu şekilde daha kolay yönetilmesi için, böyle şeylerin gerekli olduğuyla ilgiliydi. Bir nevi ticaretin sürmesi durumu.(Acaba bir gün insanlar kitleler halinde sokaklara dökülüp "Yaşasın kapitalizm" diye haykıracaklar mı? çok merak ediyorum. Allahım inşallah o günleri görmem, yareppim, dinimiz amin.)


İster büyük devletlerin, ister büyük şirketlerin olduğunu düşünün arkasında. Onlar içinde mantıklı olan, önce derdin yaratılaması sonra da çarenin dayatılmasıdır. Bunun da arkasında böyle birşey olduğunu düşünmeye başladım.

Dikkat ettiniz
mi bilmiyorum, neredeyse 1 yıldır bu hastalığın adı geçiyor, tehlikelerinden bahsediliyor, bir allahın kuluda çıkıp bu sigortalıya, sigortasıza ne kadara mal olacak diye sormuyor. Söylentiler 500 ytl civarında olacağı bunun maliyetinin. Ha birde öncelikle kimlere yapılacağı konusunda da biraz düşünülsün istiyorum. Milletvekillerinin adı geçiyor nedense.(Öyle deme çok önemli iş yapıyorlar, onlar olmazsa biz, koyun sürüsü, valla birbirimizi parçalarız, düz yolda nasıl yürüyeceğimizi unuturuz.)

Türkiye'ye gelen aşının bir de burada test edilmesi meselesi var ki o aklıma daha da kötü şeyler getiriyor. Acaba hop diye ihaleye girip, bir işe yaramayacak bir ton ilaca bir ton para mı verdik acaba. Verdiysek neden acaba?

Son olarak da bununla ilgili şu an Almanya birbirine girmiş. İki farkı aşı türü var ve iki ayrı sosyal sınıfa bu aşılar yapılacak diye.(Sanırım sınıf ayrımı bu şekilde yok edilecek?)


Aşıya karşı biraz tepkiliyim açıkcası...


(Siz hala domuz bize haram mı değil mi diye düşünün, öte tarafta münkirle nekire sorarsınız. Ben nerede yanlış yaptım diye.)

Tekerlek...


Zaman nasılda geçiyor. Farkettirmeden, hissettirmeden. Bir bakmışız, yarın olmuş. Tıpkı küçükken bizi kandırdıkları gibi. "Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, olcak" gibi. İlk insanın tekerleği bulmasının marifet sayıldığı zamanları nasıl şuan şaka konusu yapıyorsak, eminin o tekeri yapan insanoğlu da şuan yaşıyor olsaydı, kendisi bile inanamayacaktı, sanki tekeri dün bulmuş gibi hissedecekti. O bile şaşıracaktı, daha dünmüş gibi gelen zamana.

Biliminsanlarının siyasi görüşlerini bilime alet ettiğini, bilim kurumlarının kadrolaştığını, özerkliklerinin, ifade özgürlüklerinin ellerinden alındığını, bilmin metafizikle açıkladığını ve uymadığı yerde uydurulduğunu düşünüyorum da bazen. Hani olmaz ya, benim ki kötü durum senaryosu. Aristo mantığına geri dönüldüğü falan düşünüyorum, bazen. Öylesine, ortada hiç birşey yokken, sırf spor olsun diye.

Bu bana Avrupa'nın skolastik dönemini hatırlatıyor biraz. Hani orda da dünya dönüyor denmişti, papa bunu kabul etmemişti yıllarca. Bunu iddia edenleri pişman etmişti. Daha sonra baktı ki önüne geçemeyecek bunun, zaten İncil'de de yazıyordu deyip kendi yöntemleriyle bunu açıklamaya çalışmıştı. Üstüne çökmüştü aklın, mantığın.

Sonra o mağara adamını düşünüyorum tekrar. Bu gün önüne baktığında "Lan yine mi aynı tekerlek, hala mı aynı tekerlek" dediğini düşünüyorum. Eğer böyle olsaydı, şuan ne yapıyor olduğumu düşünüyorum.

(Üniversitelerden neden bu kadro değişikliklerine, yukarıdan atanmalara hala neden tepki gelmediğini düşünüyorum, sıklıkla)

Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda...

Kısaca bir şey söylemek istiyorum. Fazla uzatmayacağım. Şu son İsrail krizinin ardından "halkın isteklerine uyduk" gibi bir açıklama yapılması ne kadar normal. Davostan sonra dikkatli olunması gereken dış ilişkiler meselesinde, yeni bir kriz yaşatmak, bunun da halkın takdiri isteği olduğunu söylemek.

Ufaktan olan, olacak şeylerden topyekün sorumlu tutuluyormuşuz gibi bir hisse kapılıyorum. Sanki Cümle aleme bütün ahali artık böyle istiyor, bu ülkenin ortak görüşü bu gibi bir şey deniyor. Bir şekilde, bizim adımıza, bize sorulmadan topluma, siyasete ve dünyaya bakış açımız mı belirleniyor ne?

(Dikkat ederseniz İsrailin haklılığı veya haksızlılığı konusunda bir şey söylemedim, bu başka bir hikayenin konusu.)

Şimdi Okullu Olduk, Sınıfları Doldurduk...

Şöyle bir geçmişe bakıyorum da önceden öğretmenlik, doktorluk, mühendislik toplum nazarında çok prim yapan mesleklerdi. Herkes oğlu bunlardan biri olsun, parası olmasa da gururu olsun isterdi, kız aileleri de kızlarını bunlardan birine yamamaya çalışırdı, ilerde geleceği kurtulsun diye.

Şimdiye gelirsek, artık bir önemi kalmamış gibi duruyor bunların. Kimsenin umrunda değil. Mantık yine aynı işliyor çoğu ailede, kızı zengin kocaya verelim, topyekün kurtulalım mantığı. Bir farkla artık paranın nereden geldiğini umursamıyor aileler. Olsunda nasıl olursa olsun.

Ha ta buralara kadar neden geldim nereye bağlayacağım, şu son üniversite sınavından beri, bilmem dikkat çekiyor mu çok fazla kontejan açığı var. Son kayıtlardan sonra 100 bin küsür kişi başvurmamış. Bilmiyorum belki bunların bir kısmı istediği bölümü tutturamamış seneye bırakmıştır. Beni ilgilendiren, olduğundan şüphelendiğim diğer kısmı yani okuyup da ne olacağım ve nasıl okuyacağım diyenler.

Okuyup da ne olacağım diyenleri bir derece anlayabilirim. Bu bir çeşit seçim ve hayatta kalma çalışması, tamam. Ya nasıl okuyacağım diyenler. Onlar için ne düşünüp, nereye ve nasıl hak vereceğim. Her fırsatta okur-yazar oranının arttığı söyleniyor, bunun somut işareti olarak da açılan (ki bana göre anlamsız) üniversiteler gösteriliyor.

Devlet üniversiteleri malumunuz. Parasız eğitim. Eğitim hiç parasız olur mu allah aşkına, nerede yaşıyorsunuz. En son harç paralarına yapılan zamları hatırlıyorsunuzdur. Nerede parasız eğitim, nerede çağdaşlaşma, medenileşme, aklı selimlik vs. vs.

İnsanların okuması için elinden gelenin yapıldığını düşünelim bir an. Müfredatların karıştırılmamış olduğunu, yeterli olanakların her okula sağlanmış olduğunu ve eğitim kurumları sayısının artmış olduğunu. Peki, ekonomik nedenlerden ötürü eğitim görememe meselesini nasıl halledeceksiniz. Ha ona başka bakanlık mı bakıyor? pardon...


Üniversite okuyup doktor yada öğretmen olmak için, daha önce doktor yada öğretmen olup para kazanması gerekiyor sanırım insanın. Ya da sadece belli bir kesimin okuyabildiği, elit bir toplum ortaya çıkacak. Ondan sonra konuşun siz yine sınıflar arasında uçurum var diye.

Bak hala arkasında başka sebepler aranıyor, bahaneler bulunuyor bu kadar kontejan açığının olmasının. Ekonomiden "sorunlu" bir bakan yok mu ?

Yanlışlık Olması...


Şimdi bu kadar yazıyorum. İyi kötü kendi kendime idare ediyorum. Peki niye sporla ilgili bir şeyler yazmıyorum ? Yazamam mı elbet yazarım. Yazarım ama durup dururken rezil olmaktan korkuyorum.

Mesela futbol. Gerçekten hastalık gibi. Nice arkadaşamızı bu uğurda kaybettik. Giden gelmedi, gelmediği gibi adamlar iddaaa bağımlısı da oldu aynı zamanda. Yani bu meraklarını hem spor camiası hem kendileri, sıcak paraya dönüştürdüler.

Göbeğini kaşıyarak, gazetesini okuyarak, televizyonunu izleyerek herkes para kazanmak ister. Bende isterim ama rezil olmaktan korkuyorum. Arada bir bu konuda ahkam kestiğim olmuyor mu? oluyor ama o ahkamlar havada kalıyor kalıyor sonra serbest düşüş şeklinde bana geri dönüyor.

Şaka bir yana sporla ilgilenmeyeli nerden baksan 10 sene olmuş. Basketbolu takip ettiğim sırada, Efeste Pilsen'de Naumoski oynuyordu. Artık gerisini sen hesap et.

Yazamam mı? elbet yazarım.

Rezil olmaktan korkuyorum...

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...



"- What would you like to do?


- Every things that you hate."


(Orson Welles- Citizen Kane)

Çarşambayı Sel Aldı...

Bu arada geçen gün küresel ısınma falan demiştik. Tekrar konuya dönmek istemem ama duymayanlara duyurulur; Olimpos'u sel almış. Fazla şişirilmiş bir yer haline gelmeye başlamışdı, temizlendi paklandı.

Yıllar önce gitmiştim oraya. Bir daha da nasip olmadı, iyikide olmadı. İnsanlardan gözlemlediğim zincirleme bir bilgi akışı var bu konuda. Bir arkadaşınız, ilk defa gitmiş olan birinden buranın yerini öğrenir. Takriben lise yıllarında olur bu olay. Çoşa çoşa gidilir. Dönüşte buradan hiç haberi olmayan bir arkadaşına haber verme görevi sana düşer. Sende ballandıra ballandıra anlatırsın. O da ilk seferini düzenler oraya ilk fırsatta ve şanlı anlatma görevi ona devrolur. Bu böyle sürer gider.

Daha sonra, başka yerler gördükçe anlarsın ki, orası tatil için pek de uygun bir yer değilmiş. Artık senin için orası, amaca yönelik gidilen bir yer haline gelmiştir. (Sakın tatil deme bana, o gürültünün ve bir sürü abuk işlerin arasında tatil yapılmaz.) Neyse, işte böyle böyle efsane haline gelir orası. Giderek hatırladığından daha berbat bir hale gelir. Ha bu efsaneyi yaratan insanlar da senin oraya gidip gelmenin ardından "abi artık orası öldü yaaa" geyiği çevirmeye başlarlar ki o daha bir güzel.

Neyse fotoğraf koymak istemedim, anıları olanlar üzülmesin diye. İsteyen bulur bakar her yerde var.

(Benim de anılarım vardı....)

Dip-Not...

O değil de anlaşma imzalanırken bir tek Ermenistan tarafının yüzü gülmüyordu dikkat ettiniz mi? Bide maçta da 2-0 yendik. Bari bir gol atmalarına izin verseydiniz. Adamlar oldu bittiye geldi gibi oldu. Yoksa biz mi öle olduk anlamadım ki. Bal mı çaldılar ağzımıza da biz uyurken farketmedik. Neyse buda dipnot gibi...

Sen Oyna, Ben Bakıyom...


Haberler sıcak sıcak akıyor. Herkes "son dakika" tellalı olmuş, olamayanlar da (benim gibi) müptelası olmuş. Neyse, müjdeler olsun ki dünyanın "bekçisi" Amerika 3 PKK liderini uyuşturucu kaçakcısı ilan etmiş. Hayırlı uğurlu olsun. Haberin devamına göre de, bu mali kaynaklarını kısıtlayacakmış. Oradaki şirketlere el konulacakmış. Bir kere o şirketleri biliyorsun da ne diye bu kadar zamandır kılını kıpırdatmıyorsun diye sorası geliyor insanın. Neyin bedelini ödüyorsun ? demekte istiyor insan ama demiyor.

Bunun tam da Ermenistanla imzalanan anlaşmanın ardından gelmesi çok "normal". Eminim bunun sınır kapısının açılacak olmasıyla, yönetilecek bir ülkenin daha ortaya çıkmasıyla, yeni bir pazar açılmasıyla, Ermenistan üzerinden gelecek olan enerji akışının Avrupa'nın işine gelmesiyle, Rusya ve İran arasında gedik oluşmasıyla ve bu iki ülkenin ticari yollarının kapanmasıyla bir ilgisi de yoktur. Yoktur tabii. Yıllardır süren bir sorun, bir çırpıda halloldu sanki. Demek ki hakikaten daha önce kötü politika izlemişiz, ondan kaybetmişiz.

Azeri heyetten bir kadın millet vekili çok enteresan bir şey söyledi geçen gün t.v.de "imza atılırken arkada alkış tutan kişiler işgalin kalkmasında önemli rol oynayabilecek kişilerdi ama hiç kıpırdanmadılar bu konuda ama iş anlaşmanın imzalanmasına gelince, o bölgenin sorununu unutup seferber oldular" diye.

Biz hiç kıllanmayalım. Artık o kadar göstere göstere yapılmaya başlandı ki. Yok biz kıllanmayalım. Durmak yok yola devam.

Tamam ülkeler arasında gizli anlaşmalar, gizli yaptırımlar olur doğaldır. Devletleşme sisteminin olmazsa olmaz parçalarındandır bu. Benim anlamadığım, bu kadar aleni işler dönerken nasıl kontrol bizdeymiş gibi hala konuşuluyor ve (bence göstermelik) dayılanılabiliyor etrafa ?

- Özgürlük ?
- Ha ? Kim ?

Siyah-Beyaz Dünya ve Balıklar...



Rumble Fish

Yönetmen: Francis Ford Coppola


1983


Sokaklarda hala çeteler var. Hala şiddetli kavgalar oluyor eminim. Birileri küçüklüğünden beri kavga ediyor oralarda bir yerlerde. Bazen yaş ilerlese de olduğu yerden kıpırdayamıyor kişi. Yapdığı iş varlığının nedeni oluyor yerinden kıpırdayamıyor. Etraf değişse de o değişemiyor. Birileri bıraksa da o bırakamıyor.

Aynı zamanda rol modellerin etkisinde kalır insan. O olmak ister. Başarırsa bırakamaz tutunur ona, başaramazsa da hala o olma şansı olduğu için bırakamaz.

Rumble Fish bu iki alakasız paragrafı da içeriyor. Herşeyden öte zamanın içinde kaybolmayı ve abi-kardeş ilişkisini, iki kişi arasındaki farklarla anlatan bir film. Bununla beraber bolca da metafor. İllaki senden de birşeyler vardır. Film hakkında yazdıklarım yabancı şeyler değil.


"En primitif toplumlarda bile delilere saygı gösterilir. Öte yandan, toplumun diğer bir yanı, hareket halinde olan şeyleri, farklılıkları delileri sevmez."


Fazla uzatmaya gerek yok. Birçok kişinin kültleri arasında yer alıyor "Rumble Fish", ya da nam-ı değer "Motorcycle Boy". Siyah-beyaz bir dünyada geçen siyah-beyaz bir öykü.

Coppola mı ? Şükürler olsun hala hayatta...

Nazar Değmesin...

Yarabbi kimseyi açlıkla imtihan etmesin. Gerçekten çok zor. Hep klişelerden gidiyoruz, bunlarda bana dert oldu tam anlamıyla. Ha nerden geldim buraya, bir haber sitesinde okudum az önce (isim vermiyom reklam olmasın diye aklımca) son yapılan istatistik, anket, araştırma vs. sonuçlarına göre dünyada 1 milyar kişi açmış.

Bu araştırmalar, anketler de iyice ayağa düştü. Adamlar sana verileri veriyolar, durumu anlatıyolar, hiç birşey yapmıyorsun. Bilime resmen şamar oğlanı muamelesi yapılıyor. Madem çözüm bulamayacaksın ben ne diye araştırıyosam habire birşeyleri. Bu bilim alanları bazen tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne gerçekleri. Tamam arada fareye kulak gibi işler de yapılıyor, ama bu tür araştırmalar tam anlamıyla, surata inen malibu terlik gibi.

Klişe olması durumuna gelirsek, bu haberlerve araştırmalar her sene yapılır hemen hemen. Yapılmasa da sen zaten bilirsin hergün insanların daha fazla açlığa itildiğini, fakirleştiğini ama birşey yapamazsın. Bazıları bunlar adına vakıf kurar, içlerini rahatlatır, uğraşıyoruz ya işte daha ne yapalım durumuna getirilir.














Afrikada'ki çocukların resmini herkez görmüştür. Hani şu etrafında akbabalar gezen küçük, zayıf Afrikalı çocuk. Aynı şekilde, bazı "gelişmiş", "medeniyet" ve demokrosi goygoycusu ülkelerdeki, fast food zincirlerini görürsün, orada obezitenin tavan yaptığına dair haberler okursun. Oralarda da yapılır anketler, çıkar istatistikler.

Gözünde canladır, tahteravanı hatırlarsın, küçükken parklarda anlamsız bir şekilde binilir. Birinin üstteyken diğerinin aşağıda olması mantığına dayanır bu oyun. Anlık zafer hissi yaşatır. Her neyse aşağıda olan kısım da bu obez, fast food veletlerini düşün, üstte kalan kısımda da Afrika'daki o küçük çocuğu. Yukarıdaki çocuğun mutlu olması gerekir, diğerinden yukarıda olduğu için. Canlandırdın mı, tamam, şimdi bu yukarıdaki Afrikalı çocuk için yapılan anketleri, kurulan vakıfları bu çocuğun sahte başarısı gibi düşün. Onu mutlu etmeye çalışan ama bir işe yaramayan şeyler olarak düşün. Aşağıdaki doğuştan hormonlu bünyeyide elinde birşeyler atıştırırken düşün. Aşağıda olması onun umrunda bile değil. Onu hiç etkilememiş, elindekini yemeye devam ediyor.

Durumun ekonomik denelerden, gelir düşüklüğünden kaynaklandığını söylüyor araştırmalar. Afrika üzerinde oynanan oyunlardan kimse bahsetmiyor. Çünkü herkez zamanında bir kere oynamış o oyunu, kimse kimseye b.k atamıyor bu yüzden. Tekrar canlandır tahteravanı, az önceki sahneyi. Şimdi o ekonomi ne tarafa doğru ağır basıyormuş, gelir nerede ağır basıyormuş ve diğeri neden yukarıda kalıyormuş düşün. Birinin yukarıda asılı kalmasının nedeni neymiş...

Bırakın, İşim Gücüm Var...


Falling Down

Yönetmen: Joel Schumacher

1993

Şehir yorar insanı. Ne yapacağını bilemezsin, kaçamazsın bi tarafa, bekleyemezsin, dayanamzsın. Bunaltır da bunaltır.

Şehir acayip bir karmaşadır. Yolda yürüyemezsin. Yanlış insanlarla karşılaşman olasıdır. Başının belaya girmesi muhtemeldir. Eğer sen yanlış insanlardan biriysen, bu yine de hiç bir şeyi değiştirmez. Hala yanlış insanlarla karşılaşabilirsin.


Trafik yüzünden kızının doğum gününe geç kalan bir adam. Karmaşadan sabrı kalmamış ve yanlış insanlarla karşılaşan yanlış bir adam.


Şunu öğrendim ki, kalabalık bir şehir yerinde, öğle sıcağında asla kızının doğum gününe giden bir adama bulaşma.


Şehir insanı nasıl yorar, bu karmaşa adamı nasıl psikopat yapar, şiddet nasıl doğal bir hale gelir; işte böyle gelir.


Üstüne çok gelinen, bu ortamdan sıkılan arkadaşlar için...


Eğer o adam sensen aman diyim bana bulaşma.

Balıklarla ve balıklarsız...


Dream With The Fishes

Yönetmen: Finn Taylor

1997

Herkes sıkılır bu hayattan zaman zaman. Gitmeyi düşünür. Dünyaların ötesine gitmeyi düşünür. Hayat biraz saçma biraz mantıklı biraz kendine göredir. Başarılar ve başarısızlıklar tarihidir bir yerde herkes ve herşey için.


Başarısızlıktan ve güvensizlikten intiharın kıyısına gelmiş bir adamı ne durdurabilir. Yaşamayı seven ve ölümü kaçınılmaz olan biri olabilir mi?

Tabii ki olabilir. Tam zamanında oluşan bir ikili ve yaşamayı sevmeyle, ölüme alışma noktasında bir hikaye.

Keyifli mi keyifli, duygusal mı duygusal vs. her ne arıyorsan...Tavsiye edilir, bilgilerinize sunulur...

Balıklarla ne alakası var ?

THIS IS A FILM

This is a film about a man and a fish
This is a film about dramatic relationship between man and fish
The man stands between life and death
The man thinks
The horse thinks
The sheep thinks
The cow thinks
The dog thinks
The fish doesn't think
The fish is mute, expressionless
The fish doesn't think because the fish knows everything
The fish knows everything

Evrim...

Harun Yahya ve şurekasına ve onlarla birlikte bir yere gidebileceğini sananlara...

Sevgilerle mi? Tabiki değil...







Küresel Isın-MA!!!


Herkes diline doladı bunu. Koftiden çevrecilerin dillerinden düşmeyen bir prim zımbırtısına dönüştü bu. Birine çevre, ekoloji demeye gör, hemen alacağın cevap küresel ısınmadır. Nedir küresel ısınma? Cevap: Çok kötü birşey. Başka ? Yok. Bence de yok. Başka söze ne hacet var.


Hatırlarım Başbakan Kyoto protokolleri ile ilgili "du hele, diğer gelişmiş ülkelerle aynı seviyeye gelelim de ondan sona imzalarız" demişti. Daha sonra törenlerle imzalandı. İmzalanmadığı zaman hiç bu kadar yaygara koparılmadı ama imzalanınca törenlerle duyuruldu neredeyse. Buda az önce söylemeye çalıştığım prim meselesinin bir örneğidir. "Küresel ısınma" diyebilmek, artık bir entelektüellik seviyesi oldu. Ha artık ısındı ısınacağı kadar artık yapacak pek birşey yok gibi geliyor. En fazla yapabileceğimiz (her ne kadar dünyanın kendini toparlayacağına güvensem de) sadece zamanı daha da geçiktirmek. Başımıza gelenlerden veya geleceklerden sonra sızlanmanın bir anlamı yok. Kuzu kuzu bekleyeceğiz neler olacağını.

Peki nedir küresel ısınma?













Budur...

Nice 25 Kasımlara...

Bende ne zaman bu tür işler başlıcak diye merak ediyordum. Arada bir böyle çoşkun hamleler yapılıyor. Gönül ister ki devamlı bu tür tepkiler organize edilsin. İşçiler, memurlar ellerindeki en güçlü silahı kullanabilsinler, devletler de bunun farkına varabilsinler.

Bu insanlar bütün işleri, bütün işleyişi yöneten insanlar. Bir gün bile, gittikçe teknoloji esiri olan ve saçma bir şekilde karmaşıklaşan hayatı nasıl bir sekteye uğratır bilemiyorum. Gönül ister ki 2 gün, 3 gün, 1 hafta sürsün, sürsünde herkes bir kendine gelsin.

Yapılacak yorumları duyar gibiyim. Hem vatandaş, hemde gazate ve siyasetçiler yine halkın günahı ne edebiyatı yapacaklar. Yapsınlar. Şu an basın nasıl herkesi basın özgürlüğünün kısıtlanmasına karşı tepkiye çağırıyorsa, bu tepkiyi de anlayıp destek olmalı. Tamam vatandaş madur olacak ama unutulmamalı ki bu insanlarda vatandaş ve görevleri yok pahasına insanlara hizmet etmek değil.

Umarım herkes bu tepkiye iştirak eder. Lafı uzatmaya gerek yok, nice 25 kasımlara...

O Ay'ı da Bir Parçalayında Soracam Ben Size...


Dünyamızın medar-ı iftarı, bilim öncüsü, teknolojimizin güvencesi aynı zamanda Amerika denen ilçemizin bir numaralı ihraç mallarından olan NASA geçenlerde Ay'ı bombaladı. Evet, gitti bomba attı Ay'a.

Ay'da kurulacak bir üs için çalışmalar yapan NASA, dünyadan mazleme götürmenin pahalıya geleceğini hesaplayıp, ihtiyacı oradan karşılamak istiyormuş. Bombayı da, Ay yüzeyinde, katmanlarında yada hernerdeyse, bulunan affedersin "ossuruk" kadar suyu bulmak için atmış.

Bir gün gökyüzüne baktımızda, canımız
kanımız Ay'ımızın iki parça olduğunu görürsek, işte o gün herkesi aynı safta görmek istiyorum. Okyanusu yürüyerek geçelim hep birlikte, gidip ağzını burnunu bir güzel kıralım NASA'nın.




Gece Neler Oluyor Sokaklarda...


Night On Earth

Yönetmen: Jim Jarmusch

1991

Güneş gökyüzünde belirdiğinde herşey ortadadır. İnsanları, şehri ve karmaşayı görürsünüz. Peki ya gece? Aydede yukarda belirip de soluk ışığıyla etrafı aydınlatmaya başladığında?

Bu saatte olanları bilmek birkaç kişinin elinde olan birşeydir. Bu deneyimi yaşamak herkese nasip olmaz. O saatte fahişeler, suçlular, polisler ve taksicilerdir bunların tanıkları.

Bir gece de, 5 ayrı şehirde, 5 farklı taksicinin başından geçen olaylar. Fırsatı kaçıran bir bayan taksici, taksi kullanmayı bilmeyen göçmen bir taksici, kör bir bayanı taşıyan bir taksici, gece güneş gözlükleriyle dolaşan ve yolcusu bir peder olan taksici ve Rusya'nın soğuğunda sarhoşlara derdini anlatmaya çalışan bir taksici. İlk bakışta garip gelen ama aslında hiç de yabancı olunmayan olaylar sinsilesi...

Komik, düşündürücü, samimi ve akıcı. Eğer birde farklı kültürlere ilgi duyursan ve daha önce bir Jim Jarmusch filmi izlediysen, hiç düşünme.


 
Related Posts with Thumbnails
© 2009 - Bir İnsanı Sevmekle Başlar Herşey.. | Free Blogger Template designed by Choen

Home | Top