Masa tenisi ve hayatımıza getirdikleri...















Boğaziçi Köprüsü'nde oynanan tenis maçı. Trafiği etkiledi mi bilmiyorum. Normalde sıkışık olan İstanbul ve köprü trafiği zaten birkaç aydır yapım-onarım çalışmalarıyla kesintiye uğramakta. Uzatılan mikrofona herkez şikayetini belirtiyor, birde mikrofonsuz kayıt dışı olarak sorun bakalım ne diyecekler. Asıl cevapları o zaman alacağını düşünüyorum, cesaret edipte soranların.

Birde bu masa tenisi maçı için yolu 20 dk süreyle kapatmışlar, saolsunlar. Türkiye'nin tanıtımı için iyi olacağı gibi bir argumanla savunmuşlar kendilerini. O zaman dua etsinler de kameralar dönüp de maçın arkasını, sağını, solunu çekmemiş olsunlar. O zaman ne acaip bi tanıtım olur du değil mi?

Zayıflığın Kabulü yada Kibirin Sonu...

Şu malum cinayet, hani şu anlaşılamaz ve gereksiz bir şekilde bir genç kızın başı kesilerek öldürülmesi ve cesedinin çöpte bulunması ve katilinin söylendiğine göre interpole verildiği halde hala bulunamaması, aslında başka bir konuda çok şeyler söylüyor. Cem Garipoğlu olayı.

Buna benzer bir konu daha önce Amerika'da meydana gelen Unabomber vakasında da gerçekleşmişti. Bu isim o kişiye medya tarafından verilmişti. Eylemlerinin amacını teknoloji karşıtlığı olarak belirtmiş ve belli başlı teknoloji kurumlarına bombalı paketler göndermişti. Bu teknoloji karşıtlığı yine medyanın saptırmasıyla terörist bir eylem olarak etiketlenmiş fakat ardında yatan manifesto hiç okunmamış ve düşünülmemişti. Herneyse bu Theodor Kaczynski adlı matematik profesörü gazetelerden birisine gönderdiği mektupta manifestosunun yayınlanmasını yoksa eylemlerine devam edeceğini söylemişti (bence manifesto gerçekten okunmalı).

Konuyla ilgili olan kısmı ise şu, gönderdiği mektupta 18 yıldır boş tarlalarda bomba denemesi yapmasına rağmen hala yakalanmamış olduğunu ve o çok gurur duyulan FBI ve CIA birimlerinin aslında ne kadar çaresiz ve boşuna şişirilmiş birimler olduklarını söylemişti.

Kimse alınmasın ama bence bu olayda da olan budur. Her fırsatta, her türlü iletişim ağında bu kadar şişirilen güvenlik güçlerinin ne kadar çaresiz olduğunu görmüş olduk bir defa daha. Bu tür olayları örneklendirmek mümkün ama insanları daha fazla gücendirmenin anlamı yok. Bir örnek yeterli olacaktır derdimi anlatmaya.

Yaklaşık 4 aydır bu kadar gurur duyulan ve başarılarına toz kondurulmayan güvenlik güçleri neden hala yakalayamadılar anlayabilmiş değilim. Arkasında başka sebepler olduğunu düşünmek istemiyorum. Madem ki bu kadar güven isteniyor ve güveliği korumaya çaba gösterildiği söyleniyor bu sonuçsuzluk neden? Kaldı ki ilerlemeler hakkında halka bilgi bile verilmiyor ve itiraz edenlerin artık sesini biraz alçaltmaları söyleniyor. Bu çabanın amacı acaba başarısızlığın üstünün örtülmeye çalışılması mı?

Burdan acaba bu kadar korkutulmamıza ve güvenmemiz istenmesine rağmen, bu yaratılan durumun aslında içi boş, sadece yönlendirilme amaçlı bir hayalden ibaret olduğunu mu düşünmemiz gerekiyor ? Yani devlet kurumlarının aslında etkisiz ve abartıldığı kadar güçlü olmadıklarını mı?

Kararı sen ver...

Metropolde Tek Başına...


Omega Man

Yönetmen: Boris Sagal

1971


Bu eski bilimkurgular, bence son derece izlenesi oluyor. Eğer görsel öğeler bir kenara bırakılırsa ve ortaya çıkan iş, zamanına göre değerlendirilirse gayet keyif verici olabiliyor. Omega Man bu tür filmlerden birisi. Vaktim oldukça yenilerini izlemeye çalışıp, aktarmaya çalışacağım.

Kahramanımız Robert Neville koca bir metropolde tek başına kalmış bir adamdır. Aslında kendi gibiler arasında tek kalmış demek daha doğru olur. Şehirde başkalarıda vardır ama sadece gece dışarı çıkabilmektedirler. Meydana gelen bir hastalık şehir nüfusunun bir çoğunu değiştirmiş ve sadece gece dışarıya çıkabilmelerine yol açmıştır. Neville kardeşimizde bu koca şehirde hem kendisi gibi "hayatta kalanları" aramakta ve bir yandan da bu gececi arkadaşlara rağmen hayatta kalmaya çalışmaktadır. Bir yandan da bu lüzumsuz hastalığa çare aramakta ve ilaç denemeleri yapmaktadır.

Senaryo tanıdık mı geldi? Evet. Bu yakın zamanda vizyona giren bol efektli "I am Legend" filminin orjinal hali. Onun kadar görsellik içermese de kurgusu ve konusu bakımında izlenmeye değer bir film. Yine tekrarlamak istiyorum, filmi çekildiği zamana göre ele aldığımızda gayet orjinal bir iş olduğu ortaya çıkıyor. Yeni versiyonundan tek farkıda görsellik değil tabiki. Bu gececi arkadaşların derdi. Ne olduğunu izleyince göreceksiniz. Spoiler vermek istemem ama açıkcası bana daha iyi geldi. Kısa bir ipucu; yeni versiyonundaki gibi zombi değil bu arkadaşlar, inandıkları birşeyler var.

İyi seyirler...
al bide burdan yak -imdb-

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...



"I believe whatever doesn't kill you simply makes you stranger."


(Heath Ledger-Joker)

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"Empty your mind.
Be formless, shapeless.
Like water.
You put water into a bottle and it becomes the bottle.
You put in a teapot, it becomes the teapot.
Water can flow, or it can crash.
Be water, my friend!"


(Bruce Lee)

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"I can't lose, 'cause i'm fightin' for all people all over the world. If i win, people all over the world's gonna win. If i lose, they all gonna lose."



(Muhammed Ali)

Cüppeli Müppeli Ahmet Hoca....


"Öyle bebekler yapıyorlar ki, saçlarını tarıyorlar, uzun bacaklı falan, bunlara izin verilmiyor. Çünkü normal insanı tahrik edecek gibi. Tıpatıp bebekler, tıpa tıp benzetim var, sanki resim gibi, üstelik çıplak gibi."

Tıpatıp olacağıdı ya ne olacağıdı "hoca". Bir kere bebekler çocukların oynaması için. 25-30 yaşını aşmış yetişkinlerin bebekle oyna(ş)dığını hiç sanmıyorum. Oynamaz değil mi ? Oynamaz tabii.

Tabii ki benzer olacak, çocuğun gelişimi için önemli diyoruz, daha ne diyelim yahu!

Bu arada ben hiç bir "müslüman" ülkenin de çocukların gelişimi için eğitici, öğretici materyaller yaptığını görmedim de duymadım da. En azından doğru dürüst bir bebek görseydik adamlardan. Eğer varda ben bilmiyorsam söyleyin lütfen. Şöyle üzerinde, artık hangi ülkeyse, onun bandrolünü taşıyan falan.

Çocuk gelişimine "müslüman" ülkelerin ne kadar değer verdiğini görüyoruz. Çocuklar daha konuştukları dilde okuma-yazmayı öğrenemeden cami yolu aşındırıyolar. 10 yaşında çok "ciddi" çocuklar yetiştiriyoruz ne güzel.


Bildiğin Şehirde Kaybolmak


Dark City

Yönetmen: Alex Proyas

1998

Filmlerde geleceğin değiştirilebilir olması, aslında yaşadığımız dünyanın sandığımız gibi olmadığı ve bir kandırmacada olduğumuz zaman zaman işlenen bir şeydir. Oldukça da zevkli bir konudur. Beni en çok şaşırtan ve zevkle izlediğim senaryolar da bunlardır.Yönetmenin ustalığıyla alakalı olarak önce adamı alır içinde yaşadığı ortamı olduğu gibi gösterir, bildiğin şeylerin içinde gezdirir daha sonra alır, artık kafasında ne gibi bir cinlik varsa onun içine atar, sende kulaç atıp cıkacam diye uraşırsın.

Uraşmam falan deme şimdi, en son örneğini "Matrix" de gördük. Hatırla ne kadar beğendiğini, efendim ? Aslında yalan dolanla yaşadığımızı ve insan dediğin şeyin alkali pilden hallice birşeyden ibaret olduğunu gördük. Çok tırstık kimileri de umutlandı hayat boş falan diye. İşte yaratılmak istenen etki budur. Bu tür filmler bakış açısını değiştirme potansiyelinde olan filmlerdir. Dark City ve benim de izlediğim bir kaç filmin, Matrix'e altyapı oluşturduğunu düşünmemek biraz zor. Eminim bir çok kişi, sende bunun böyle olduğunu düşünüyorsundur. Mesela bir örnek daha verelim "AVALON". Bu filmde de benzer bir makenizmayla oyunun içine bağlanıp savaşılmaktadır, oyun yasa dışıdır fakat en iyi oyuncular diğer oyuncular arasında saygı görmektedir ve oyun tabi ki yavaş yavaş adamın kafasını skertmektedir. Bunu daha sonra esaslıca anlatırım neden anlatmıyim sevgili okur.

Herneyse filme dönelim biz tekrar, kahramanımız Rufus otel odasında, hafızası yerinde olmadan uyanır. Gayet rahatsız edici bir durumdur bu. Huzursuzluk sadece kafada değildir, yani kafada bitirebileceği bir şey değildir. Odadan çıkınca bulunduğu ortamın soğukluğu Rufus'u delip bize kadar gelir. Anlamadığı bir şekilde yabancılık hissetmektedir bu yıllardır yaşadığı şehre karşı.

Otel odasında, uyandığında gelen mesajdan kıllanır. Yabancılar? artık onun farkındadırlar ve peşindedirler, onun için geliyorlardır. Filmin asıl teması bu yabancılardır. Bütün bu huzursuzluğu onlara borçluyuzdur. Zamansız bir yerde uyandığı için şimdide Rufus'un peşinedirler. Kel kafalı, soluk benizli, takım giyen oldukça ciddi arkadaşlardır bunlar. Son derece gizemlidirler ki biz de o gizeme kapılır gideriz " Nooluyor yaw, kim la bunlar ?" şarkısının içine sıkışır kalırız. Bir sonraki sahne hevesle beklenir.

Rufus'u bu soğuk ve karanlık atmosfer içinde acaip bir aksiyon beklemektedir. Zamanla kahramanımız, Shell Beach diye bir yere gitmesi gerektiğini öğrenir, kafasındaki soruların cevabı ordadır. Bütün hayalleri ordadır, ilerleyen zamanlar da Rufusla birlikte bizde şehirde hiç güneş doğmadığını farkederiz (farkedersiniz). Şehirde acaip şeyler olduğunu, kesin bir terslik olduğunu şehirde kovalamaca arasında öğrenir.

Koca şehirde kimse bir şeyin farkında değilken bu adam alakasız bir zamanda uyanmıştır ve yine kimse ne olduğunu bilmiyorken, bir grup yabancı bu adamın peşindedir. Tabii ki yakalarlar Rufus'u daha ne kadar kaçabilir ki . İşte o zaman yabancılar kahramanımıza şehrin sırrını ve neden kendisinin, bu adamlar için sinir bozucu ve önemli bir adam olduğunu öğreniriz. Garip bir ortamları vardır, büyük çarklar, garip mekanizmalar ve olağandan farklı işleyen bir saat. Gizem yerini "oha" nidalarına bırakır. Bu arada tabii ki şehrin geri kalanı hala gündelik hayatlarına devam etmektedirler, bu yüzden adam derdini kimselere anlatamaz, kimselere söyleyemez hep içine atar bu adam.

Geçmişini hatırlamayan ve gördükleri karşısında resmen osuruğu düğümlenen kahramanımız artık öğrendiği bu sıradışı durumun içindedir ve gittikçe de bulaşmaktadır. Yapabileceği sadece sırrı tamamen çözmek ve bundan nasıl kurtulacağını aramakdır. Gittikçe her bişeyin yalan olduğunu öğrenir ve hikayenin gerisinin anlatılması spoiler içerir.

Matrix gibi senaryoları seviyorsan sevgili okur, bu filmide izlemen şiddetle tavsiye edilir. Matrix'den daha az efektli ve aksiyonlu fakat daha gerçekci ve karanlık bir senaryoyla karşılaşacağın garanti edilir.

Bir Kahramansan, Her Zaman Kahramansındır...


Blade Runner

Yönetmen: Ridley Scott

1982

Bu filmi ilk duyduğumda, duyduğum kadarından baya etkilenmiştim. Bulmak da anlamsız derecede zor oldu. Filmlerin türkçe isimlendirmesinin kurbanı olmuştum, aslında hep gözümün önündeydi fakat "Bıçak Sırtı" hiç dikkatimi çekmemişti. Evet itiraf ediyorum, bende filmlerin orjinal isimleriyle yayınlanmasından yanayım. İllaki anlayacağımız yada anlamaya çalışacağımız bir şekilde çevrilmesi zorunlu değil. Orjinal haliyle kalsın, izleyeceğimiz her filme romantik komedi muamelesi yapmanın bir anlamı yok. Değil mi ? sevgili okur. Efendim ?

Yine gelecekte geçen bir senaryo 2019'da Los Angeles'da geçen bir hikaye. Tamam o kadar da gelecek gibi görünmüyor ama çekildiği zamana bakarsan hak vereceksindir. Haliyle ya çok uzak bir geleceği yada daha yakın tahmin edilebilir bir geleceği düşünebiliyorsun. aralarda bir yerlerde, daha spesifik bir noktayı hayal etmek daha güçtür. Hak verirsin ki bir bilinmezden bahsediyoruz. Ne kadar nokta konuşursan o kadar uzaklaşır, kaybolursun değil mi okurum.

Kahramanımız Rick Deckard, neredeyse emekli olmuş bir polisdir. Sıkıcı bir hayat yaşamaktadır. Yaşadığı yer kalabalık ve ışık saldırısı altında kendi haline bırakılmış bir şehirdir. Kahramanımız bu şehirde öle alelade bir polis değil, devletin cyborglarla uğraşan bir biriminde görevli bir polistir. Bu ekibe "Blade Runner" demektedir. Evet!! Sayın okuyucu doğru duydun. Cyborglar. Yine bir özgür olmaya çalışan robotlar durumu. Daha önce bahsettiğim "Matrix" altyapısı filmlerden birisi de bana göre budur. Ve bu filmlerden anladığım şudur ki en iyi robot mutfak robotudur ve oda soğan doğramaya, bişeyler çırpmaya yarar.

Çıkan bir ayaklanmada bir kaç adet densiz cyborg kaçmış, kaçarken de birkaç cinayete sebep olmuştur. Canı tatlı insanoğlu sebebini düşünmeden diyetini almaya karar verir. Bunun içinde tabiki kime başvuracaklar, bu birimin efsane ismi Rick kardeşimize.

Kendine has karizmasıyla önce rededen daha sonra kabul eden kahraman polisimiz bu cani cyborgların peşine düşer. Bu birimin kullandığı kendine has kimlik doğrulama sistemleri vardır ve bunu kullanabilen en iyi adamlardan birisi de tabii ki yine kahramanımızdır. Yalnız tek bir sorun vardır, tanımak tamamda, bu sahte dünya da neredeyse her canlının nesli tükenmiş ve her canlının da sahtesi, birebir gerçeğe yakın yapılmıştır. Bunun için özel şirketler bile kurulmuştur. Canlıyla cansızın ayırımını yapmak giderek zorlaşmaktadır.

Kahramanımızın aşık olduğu kadından tutun da sokakta gezen kedilere kadar neredeyse herşey fasondur, kaliteli çin malları gibidir. Buda zamanla kahraman polisimizinde kendinden şüphe etmesine yol açmaktadır. Arada bir kendi kendine " acaba bende mi lan?", " yok yok olurmu öyle şey" der gibi loş ışıkta viski içerken görürüz. Bu aslında bizim için güzel bir kaygıdır. Acaba oda mı onlardan kaygısı.

Tabi cyborglardan da bahsetmek gerekir. Son derece gerçekci görünüşlü ve gayet mantıklı düşünüşlü aletlerdir bunlar. Kendilerine göre bir felsefeleri ve yaptıklarını açıklayacak gerekçeleri vardır. Bunlarda, biz izleyici kitlesini düşündürücü öğelerdir.


Bu film de benzerleri gibi bize gelecek hakkında kötü senaryolar vaadetmektedir. Ancak kabul etmek lazımdır ki türünün ilk ve en iyi örneklerindendir.

Post Apokaliptik Samurai ve Rock'n Roll


Six String Samurai

Yönetmen: Lance Mungia

1998


Bu post apokaliptik senaryolar oldukça ilgimi çekiyor. Sanırım insanların gelecek hakkında ne düşündüklerini ya da ne kurguladıklarını meraktan kaynaklanıyor, bilmiyorum. Birnevi hayal gücü paylaşımı yada birleşimi amaçlı, onu da bilmiyorum.

Bu filmi ne zaman izledim bilmiyorum. Gecenin alakasız bir saatinde, alakasız bir kanalda çıkmıştı. Yıllar sonra internetim olunca ve alternatif film elde etme yollarını öğrenince ilk aklıma gelen filmlerden birisiydi bu. İsmini bulana kadar canım çıkmıştı, zaten isminden ziyade bu fotoğrafla bulmuştu. Arattığım kelimeleri yazmayacağım bile.

Her neyse resimde görülen arkadaşımız filmin ana karakteri anlaşıldığı üzere (ya ne koyacağıdım figüranları mı?). Bu tür filmlerde karakterin oldukça önemli olduğu aşikardır. Biraz magazin gözüyle bakıldığında kırık gözlük, kirli bir takım, gitar ve kabzasında katana. Oldukça iyi bir seçim olmuş. Tamamen bir anti-kahraman imajı. Tiplerin bu şekilde seçilmeside sanırım önemli. Kahramanımızın anti bir durumu olmalı sisteme karşı, farklı amaçlar falan ki devamlı problem yaşasın bizde aksiyonu damardan alalım değil mi? Bir uyumsuzluk olmalı ki onun tarafını tutalım, ortam zaten sakat karakterinde o sakat ortama ters olması aslında düz olması gibi bir şeye dönüşüyor.

Filmin konusuna gelince dediğim gibi gelecekte geçiyor. Aslında yakın gelecek demek daha uygun olur, zamanımızdan önce gerçekleşen bir kötü durum senaryosu ve şimdiki zaman alternatifi. Öyle bir gelecek ki savaş çıkmış dünyada sınır mınır birşey kalmamış, ortalık eşkiya, it-kopuk ve küçük yerleşim yerleriyle dolmuş. Savaşın kimyasal sonuçlarından etkilenen garip ve ne olduğunu anlamadığımız bir ton karakter de cabası. Mad-Max senaryolarından hatırladığımız bir dünyada kahramanımız tek başına dolaşmaktadır. Kim olduğunu, nerden geldiğini ve yetenkelerini (filmin başından itibaren görülmekte) nerden kazandığını bilmiyoruz.

Tabiki bu takım elbise ve gitarın bir sırrı var boşuna yapılmış bir durum değil bu. Bu yitik ve tozlu dünyada kahramanımızın tek amacı "Lost Vegas" şehrine ulaşmaktır. Eldeki gitar da, "Kral" (tabiki Elvis, ya ne olacağıdı) öldüğü için, yapılacak yeni kral seçimlerinde yeteneklerini sergilemesi için. bu kardeşimiz yeni rock kralı olmak için yollarda...

Yolculuğun başından itibaren dünyada kalan, bir ton ne olduğu belirsiz tiple kaşılaşmasının yanı sıra yolu sıklıkla aynı yarışmaya giden türevleri tarafından kesiliyor. Ha birde unutmadan peşindeki baş düşman "Death" yani Heavy Metal. Evet adamımız rock'n roll'un takipçisi, ebedi savunucusu ve kutsal savaşcısı. Bu acaip ortam da, yolun Lost Vegas'a çıktığı fantastik bir hikaye. Eldeki katanayıda unutmamak lazım. Tabiki soğan doğramak için değil, can almak için. İşte aksiyon kısmıda burada devreye giriyor. Adam önüne çıkan herkesi bir bir kesiyor, resmen saya saya geliyor (100 tane rus askerini kesmesini izlemek oldukça zevkli). Zira ortam da, savaştan sonra hiç patlayıcı ve mermi kalmamış, herkes işini böyle halletmek durumunda kalmış. Buda işin eylenceli tarafı. Eğer samurai filmlerini, bol hareketi seviyorsanız, aynı zamanda rock da dinlerim çok acaipim diyorsan al sana size six string samurai.

Biraz da müziklerden bahsetmeden olmayacağını düşünüyorum. Müzikler anlaşıldığı üzere rock'n roll ve rus menşeili Red Elvises adlı gruptan çıkma. Filmi gayet eğlenceli yapmasının yanında bu garip adamların diğer parçalarıda baya eğlenceli (Boogie on the beach dinleyin görün-Bu grubunda reklamını biraz yapayım eksik kalmasın). Filmde bu müziklerin çoğu kahramanımızın elinden çıkma tabii ki. Çoğunlukla kılıç kullansa da arada bir gitar atışmasına tanık oluyoruz ki buda filmi zevkli hale getiren etmenlerden biri.

Çok uzatmaya gerek yok bundan sonra bu eğlenceli ve fantastik macerayı spoilere boğup rezil etme riskim var. Bana göre hava hoş da sayın okuyucu anla işte sana kıyamıyorum.

Bu ilk film tanıtımın bu filmle seçtim ki izledikten sonra benim kült filmlerimden birisi oldu. Alternatif bi kafam var ben zor yerinde tutuyorum diyosan şiddetle tavsiye edilir.

Uzaya kadar gittim...


Evet artık bakkalının camına "uzaya kadar gittim, gelicem" yazabileceksin. Görünen o ki, artık bu kaçınılmaz bir hale geldi, yapacak birşey yok. İnsanoğlu cayır cayır uzaya gidiyor. Tamam şimdilik etrafımızda dönüyoruz ama yakındır geri kalanına da bulaşmak ( yakındır derken, nispeten yakın). Şimdi de NASA adlı güzide kuruluş, daha Ay'a ayak basma muhabbeti gerçek mi, değil mi ? derken, kalıcı uzay personeli arıyor. Bu ne demek gidip de dönmemecesine uzayda çılgın bir macera yaşamak isteyen kişiler arıyor. Bindirip gönderecekler, gerisi sana kalmış. Gezegen gezegen gezeceksin, daha da olsa geri gelmeyeceksin. Bu dünyadan sıkıldıysan geride de bırakıcak bişeyin yoksa camdan yıldızları seyretmek güzel olabilir. Herneyse eğer fantezin buysa araştır bul nerden bulunuyosa, git. Benden bu kadar, ben haber vermekle mükellefim, gerisi sana kalmış.

İnternette arama yaparken "belanızı bulmayın"...

İnternet denen nevi şahsına münhasır oluşum, bildiğiniz üzere sardıkça sarıyor sardıkça sarıyor. Kimileri bilgi kaynağı olarak görüyor, kaldı ki artık bilimsel çalışmalarda kaynak gösterilebiliyor. Vakti zamanında kupon kupon aldığımız elemeği göz nuru ansiklopedilerin yerini artık internet aldı. Sarardı o güzelim sayfalar açılmaya açılmaya.

Kimine göre de tamamen bir çöplük. Biraz daha mantıklı gibi aslında bu tanım. Haberlerde duymuşsunuzdur, çöpte bulduğu çantadan çıkan parayla köşeyi dönenleri. Biraz buna benziyor, bu çöplüğün içinden işinize yarayan birşey bulabilirsiniz.

Kimine görede nasıl kullanacağını bilirsen çok "gıymatlı" bir edevat. Gerçi bana göre bu tavır çok aristokrat kaçıyor ama hepsi haklı gibi aslında, bilemedim.

Neyse konumuz o değil. İnternetin tehlikeleri hakkında zırt pırt birşeyler duyarız zaten. Konumuzda onlardan birisi. Ahlak kısmına hiç girmeyeceğim, o ayrı bir hikayenin konusu. Ayrıca konuşuruz o kısmını. Dikkat çekmek istediğim nokta, arama yapmanın zararları yada kontrolsüz aramanın zararları.

Free" (bedava), "music" (müzik) ve "download" (indirme), free music downloads", "Screen saver (ekran koruyucu), free games (bedava oyunlar), work from home (evden çalışma), olympics (olimpiyatlar), videos (videolar), celebrities (ünlüler), music (müzik) ve news (haberler), "word unscrambler (kelime şifresi çözücü), lyrics (şarkı sözleri), myspace, free music downloads, phelps, game cheats (oyun ipuçları), printable fill-in puzzles (bulyap yazdırma), free ringtones (bedava cep telefonu melodisi) ve solitaire de (iskambil falı) kelimeleri oldukça tehlikeli imiş.

Tamam bazıları gerçekten saçma ama haberleri aratmak, olimpiyatlar vb. oldukça masum görünüyor. Bunları da aratamayacaksak ne yapacağız. Bilgisayarın üzerine dantel koyup saklayalım o zaman. Gittikçe saçma bir hal alıyor. Bu konuda web sitesi yöneticilerinin de payı olduğunu düşünüyorum. O kadar abuk sabuk site yapılıyorki ne ararsan var içinde. Sırf daha çok girilsin, aralamalarda çıksın diye. Tamam çıksın, çıksın da be adam kontrol etsene site güvenliğini. Hazır para kazanmak adına bir kişinin onlarca sitesi olabiliyor. Bu hem aradığımız şeye ulaşmamızı zorlaştırıyor hemde sağolsun adam kendi sitesiyle ilgilenemediği için ceremesini biz çekiyoruz. Yakın zamana kadar, herkesin bildiği ve çoğunlukla kullandığı bir haber sitesinde vardı. Uzun süredir oradaymış ilgilenenler farketmemiş, siteye girenlerin bilgisayarına bulaşmış. Falan filan. Neden bunun ceremesini biz çekelim ki?

Fazla da uzatmak istemiyorum zaten ne anlatmaya çalıştığımı anladığını düşüyorum. Reklamlarda bile ülkemizin güzide internet sağlayıcısı kurum bile artık daha hızlı "download" edebilirsiniz, müzik indirebilir ve paylaşabilirsiniz diyerek reklam yapıyor. Ne yapalım tehlikeli die hiç bulaşmayalım mı yoksa reklamlara kanıp devam mı edelim.

Dipnot niteliğinde....

Sonunda o mukaddes gün geldi çattı. Artık sigara yasak. Daha önce söylediklerim hala geçerli, zerre değişmedi fikirlerim. Allah bir rant kapısını kapatır, bir rant kapısını açar. Öyle değil mi? Bu güne kadar gözlemlediklerim bunlar. Bu ülkede afedersin kimse "yaralı parmağa işemez" biliyorsun. Bakalım daha neler göreceğiz ve arkasından neler gelecek başımıza.

Bu arada tekrar, yeniden, bıkmadan belirtmek istiyorum, bu sonradan oluşan sahte çevrecilik, fason yeşilcilik durumuna da sinir oluyorum. Bu güne kadar ne yapıldı da yasaklanan sigara sizin sağlığınızı koruyacak. Kyoto denen kağıt üzeri protokolü bile, yakın zamana kadar "biz daha o kadar gelişmedik" diyerek imzalamayan bir ülkeyiz unutma.

Bu sigara yasağı muhabbetiyle sizin yumuşak karnınıza vuruyorlar bence. Kendinizi birden bilinçli, dünya ve kendiniz için bir sorumluluğu yerine getirmiş hissedip "yalancıktan" rahatlıyorsunuz. Arkadan kim bilir neler gelicek ve insanlar bu sahte duyguya kapıldıkça bişeyleri daha da göremez olacaklar.

Sorumluluklar dayatılmaz sadece sen istiyorsan vardır. Dayatılan sorumluluk, insanı kul,köle olmaya götürür. Uyandığında, bir sabah, artık güneşin eskisi gibi doğmadığını görürsün. Biraz şanslıysan güneşi unutmuş bile olabilirsin...

 
Related Posts with Thumbnails
© 2009 - Bir İnsanı Sevmekle Başlar Herşey.. | Free Blogger Template designed by Choen

Home | Top