Kabullenilmiş apolitize...

Gençlik apolitize edildi. Evet. Edildi, bunun aksi düşünülemez, hatta bırakın gençliği o zamana kadar politik olanlar bile apolitize edilmeye çalışıldı ve başarılı olunduğu da oldu. Her mikrofon tutulan bunu söylüyor. 80 darbesi bunu yaptı bu memlekette. Ağrılı kolu tedaviye uğraşmadı, yanında sağlam kolla beraber kesti attı. Belki bu gün ordunun başına gelenlerin ve kendilerine destek bulamamalarının sebebi biraz da burada aranmalı.

O zaman yapılan uygulamalar, ilk başta çok iyi görünse bile daha sonra oluşan sözde asayiş ve refah ortamı tamamen kâbusa dönüştü. O günleri aklına getirenler bu gün ister istemez bir kıyaslama içine giriyorlar ve acaba AKP mi yoksa DARBE mi diye düşünüp, kantarın topuzunu pek de hoşnut olmayarak AKP’ye kaydırıyorlar.

Her neyse o dönemlerde bile insanlar, bu kadar baskıya rağmen, ölümleri göze alarak sağ veya sol, doğru veya yanlış siyasi bir görüşe, asgari de olsa savunduğu şey hakkında bir birikime sahipti. En azından günümüzde olması gerekenden daha fazla insan vardı bu konularda bilgi sahibi olan ve göze aldığı çok şey olan.

Bu günler de söylenen klişe, apolitize olmak-edilmek, bana biraz da bahane gibi geliyor. O zamanın imkânsızlıkları artık pek yok gibi. Tamam, o günlerdeki cesur yazarlar, akademisyenler, belki politikacılar(?) kalmadı ama artık evlerinizden kitap toplanmıyor, ya da okudunuz diye hapse atılmıyorsunuz. Kitaplarınızı yakmıyorsunuz. Evet, hala damgalanabiliyorsunuz ama bun en azından o zamanki şiddetle karşılaşma riski olmadan maruz kalıyorsunuz. Zaten damgalayanlar da başka bir şeyin peşinden koşanlar oluyor çoğu zaman. Birçok kaynağa da erişebilecek düzeydesiniz.

Buna rağmen neden hala bu söylevi sürdürüyorsunuz, sürdürüyorlar anlayabilmiş değilim. Bu kavram ve anlam kargaşası içerisinde ne demek olduğundan bile emin olamıyorum artık. Ne bekliyorsunuz, politize olmanız için TRT 4 de siyasi dersler verilmesini mi, 60 dakikada öğretecek kitaplar, broşürler mi? T.V. den artık bir şey beklenmeyeceği açık. Devletin zaten böyle bir eğilimi olamaz, devlet mantığına aykırı. Bana biraz bahane gibi geliyor, çünkü hala bu kitap kalın, harfleri de çok küçük diye kitap okumayan arkadaşlarım var.

Merak ettiğiniz şeyi bulacak, hele ki internetten sonra, okuyacak olanaklara sahipsiniz. Madem apolitize olmaktan korkuyorsunuz, o zaman okumaktan, araştırmaktan korkmayın. Ha bazılarının dili çok ağır olabilir, haklısınız ama bazı şeyleri de anlatmanın en basit yolu bu olabiliyor (her ne kadar terimlerden nefret etsem de). Size sadece düşünmek, anlamak ve anladığını yorumlamak kalıyor. Bunun için gerekli yatırımı da aileleriniz yapıyor zaten çocukluğunuzdan beri. Vitamini, proteini alıyorsunuz. Alırken gayet iyi, bari doğru yere harcayın.

Gelmeyin apolitize olduk diye…

Gelecek Çok Yakında…


Post-apokaliptik senaryolardan hoşlandığımı söylemiştim. Arada bir de söylemeye devam ederim. Dünyanın nasıl bir yer olacağını, toplumsal yapının neye dönüşeceğini ve bugünkü yaşam tarzımız ve alışkanlıklarımızın ne hale geleceğini hep merak ederim. O zamanda belki içinde bulunulan durumu yorumlamaya çalışan, haklı veya haksız bulan kişiler olacaktır.
Merak ediyorum insanların nasıl bir dünya hayal ettiklerini. Bilmediğimiz, görmediğimiz bir şeyi hayal de edemeyiz, mantığından yola çıkarak öyle bir dünyanın bu günün izlerini taşıması normal. İnsanların kurabildikleri kötü gelecek senaryoları aynı zamanda yaşadıkları kötü olaylarında izlerini taşıyor ister istemez.
Fazla uzağa gitmeye, hayal gücünüzü zorlayıp baş ağrılarına sebebiyet vermeye gerek yok. Gidin bir devlet hastanesine (eskiden SSK diye anılırdı, şimdi hepsi birleşti daha bir güzel oldu) hasta kuyruklarını, poliklinik önlerinde yerlere oturmuş bekleyen her çeşit insanı, ellerindeki ölseniz gelmeyecek sıra fişlerini, karanlık bir ortam ve pis bir koku içinde görün. Arada bir sedyeyle geçen insanları, inleme, hapşırma, öksürme seslerini, her türlü sağlıksız koşulu falan…
Nükleer bomba atsanız, herhalde sonrasında herhangi bir yerde görebileceğiniz manzara da buna benzer olacaktır. Bu gün bunları görünce o geldi aklıma.
Sıram mı? Evet, geldi. Söylenen saatinden 2 saat sonra…

Arkadaşımın Arkadaşı…


“Toplasam o öğütleri buradan köye yol olur…” ne güzel değil mi? Arada bir gündemi takip ettikçe eski sözler, şarkılar aklıma geliyor, daha bir anlamlı oluyorlar.
Bir somutlaştırma daha yapalım. Ardından bu sefer soruları siz sorun. Yeni bir cep telefonuna ihtiyacınız var. En iyi arkadaşım, dostum (müttefikim) dediğiniz adam da bunun yıllardır farkında. Alamadığınıza da biliyor. Siz ihtiyacınızdan dolayı ne yapıp edip bunu alıyorsunuz. Bu iyi gün dostu arkadaşınız da aldığınızı biliyor ama sırf size kötü görünmemek, etraftan laf duymamak için, işe yaramayacağını bildiği halde size aynı cep telefonundan alıp geliyor. Siz aldığınızı bilmediğini ifade ediyor. Sırf gözünüze girip iyi görünmek için yapıyor bunu. Buradan sonra, bu güne kadar bu ihtiyacınızı görmezden gelip, alabileceği halde size bir telefon almayan bu “can dostunuzu” düşünmeye başlıyorsunuz. Acaba diyorsunuz bu gerçekten bana bir yardım mı yoksa çıkarları doğrultusunda bana iyi görünmek için mi yaptı bunu, hem de artık ihtiyacım olmadığı halde?
Kahramanları da değiştirip konuya tekrar bakalım. Sizin yerinize Türkiye’yi, o “can dostunuzun” yerine de Amerika’yı koyun. Bu cep telefonu da, Amerika’nın sizin yanınız da olduğunu, terörle mücadele de yardımcı olacaklarını, istihbarat sağlayacaklarını söylemesi olduğunu düşünün. Hikâyenin sonunda ki soruları birde buna göre sorun.
30 yıldır terörle mücadele eden, bölgesinde hatırı sayılır bir güç olan Türkiye’nin elinde istihbaratın olmaması gibi bir şey olabilir mi? Müdahale durumunda etkisiz hale getiremeyeceği, nereye ve kime karşı olduğunu bilmediği düşünülebilir mi? Peki, bu kadar yıldır umursamayan can dostunuzun yaptıklarını da kısaca düşünelim, yakın zamana kadar ne terör örgütü ilan edildi PKK, ne de kabak gibi ortada olan yurtdışı kaynaklarına müdehale edildi, belikli uzun zamandır var olan istihbarat bu güne kadar sağlanmadı, Irak yakılırken ne PKK Amerika’ya ne Amerika PKK’ya müdehale etti, adamlar kendi yerleşim yerlerini, soydaşlarını Kuzey Irak’da bırakıp hala Türkiye’ye saldırmaya devam ettiler (ki bu Kürt halkının haklarını savunduğunu, temsilcileri olduğunu söyleyen bir parti için hiç mantıklı gelmiyor).
Bu kadar olaydan ve geçmişten sonra, zaten var olan (ki böyle bir ordu ve askeri anlayış için aksi düşünülemez) istihbarat bilgilerini bizimle paylaşması, bize bir yardım mı oluyor? Yoksa hikayede ki arkadaşımız gibi çıkarları doğrultusunda bize ve çevreye güzel görünmeye mi çalışıyor?
Bunun artık asker-terör işi olmadığı, birkaç kodamanın iğrenç bir oyunu olduğunu artık anlamak ve söyleyebilmek gerekiyor. Alet olmamak gerekiyor bu göz boyamalara.
Daha sorulacak bir çok soru var, ekranlardan gülümsenerek yedirilmeye çalışılan, kalanlarını da siz sorun, hatta soranlarınız varsa bunu artık yüksek sesle sormaya başlasınlar.
Toplasak o yardım vaatlerini buradan köye yol olur…

Meyve Bıçağından Bu Yana…


Elinizde küçük bir meyve bıçağı olduğunu düşünün. Bunu sadece meyve soymak için kullanıyorsunuz. Bununla birini yaralayabileceğiniz aklınızın ucundan geçmez. Amacı bellidir, araç olarak atfettiğiniz değer böyle düşünmenizi engeller. Oldukça da işe yarar, bulunması gereken bir alettir, eğer kolay meyve soymak ve yemek istiyorsanız. Kimsenin bunu sorgulamak aklına bile gelmez.
Günlerden bir gün, hiç aklınızda yokken, iyi veya kötü niyetli olarak, bunu bir silah gibi kullanmaya, bununla birisini öldürmeye, yaralamaya başladınız. Daha önce olmamıştı çok şaşırdınız, insanlar bunun bir silah olarak da kullanılabileceğini gördüler. O panik içerisinde bundan kurtulmanızı, çok tehlikeli olabileceğini söylediler. Siz bile şaşkınsınız bu duruma. Daha önce başınıza gelmemiş, hala aklınızda meyve soyduğunuz o mutlu günlerin görüntüleri üşüşüyor. Bunu atmanızı söyleyen insanlara, bu duygusallığınız ağır basarak, bu meyve bıçağıyla meyve soyduğunuzu, daha önce böyle bir olay başınıza gelmediğini, bundan sonra da sadece meyve soymaya devam edeceğinizi söylüyorsunuz. Toplum olarak sizde dahil herkes rahatlıyor, bir oh çekiyor. Nasıl olsa sadece meyve soymada kullanacaksınız. Ne siz ne de başkası buna bir şey diyemiyor, çünkü öyle kullanıyorsunuz. Bununla beraber alternatif bir kullanımı olduğunu da ister istemez görmüş oluyorsunuz.
İlerleyen zamanda artık bir aracınız olduğuna göre, bir amacınız da olması gerektiğini düşünmeye başlıyorsunuz. Araç-amaç ilişkisine aklınızca yeni bir boyut getirmeye başlıyorsunuz. Bu masum meyve bıçağının ellerinizde neler yapabildiğini gördükçe, gördüklerinizi yapmaya başlıyorsunuz. Silah özelliği giderek artan bir meyve bıçağı oluyor bu. Her ne kadar meyve soymak kadar olmasa da artık fazlasıyla silah olarak da kullanıyorsunuz. Bir silahın size neler sağlayabileceğini biliyor ve istiyorsunuz. Kaygılar daha da artıyor; “bu yok edilmeli bu bir silah da olabiliyor aynı zamanda ve çok tehlikeli artık amacından sapmış durumda” diyerek. Siz artık o eski siz değilsiniz, gözleriniz de hafif kanlanma “hayır, arada bir böyle şeyler için kullansam da o hala yararlı bire alet, meyve soymaya da devam ediyorum, hem daha çok meyve soymakta kullanıyorum, bu yararlarını yadsıyamazsınız” diye karşı çıkıyorsunuz.
Etrafınızdakiler bunu, ilk seferdeki gibi yemeseler de kabul etmek zorunda kalıyorlar. Meyve soyma işini önemsiyor ve ihtiyaç duyuyorlar. İçleri ilk seferde olduğu gibi rahatlamasa da kafalarında daha çok kaygıyla geri çekiliyorlar.
Fakat süre geçtikçe bu aletin kullanımı giderek değişmeye, meyve soymanın yanında aynı zamanda da saldırmada bir silah olarak da kullanılabiliyor. Artık böyle kabul görmeye başlıyor. İnsanlar yavaş yavaş bunu benimsiyor. Bu benimseme bu masum meyve bıçağının silah olarak da kullanılmasını yaygınlaştırıp aynı zamanda legalleştiriyor da. Artık silah olarak daha fazla kullanıyorsunuz. Çünkü o zaman elde ettikleriniz artıyor. Size bir güç ve zenginlik kazandırmaya başlıyor. Ama siz arada bir meyve de soyup, bunu hala yararlı bir amaç için kullandığınıza kendinizi inandırıyorsunuz. Silah olarak kullanmaya bahane yaratıp, yol açtığı(nız) şeyi görmezden gelmeye çalışıyorsunuz. Giderek bu sizi de rahatsız etmeye başlıyor. Bunu artık atsam mı yoksa eskisi gibi sadece meyve soymak için kullanmaya devam mı etsem diye düşünüyorsunuz. Ama artık bunun bir önemi kalmıyor, bir kere silah olarak da kullanılabileceği, kullanıldığı ve geri dönüşü olmayacak bir biçimde yaygınlaştığı görüyorsunuz. Yararsız işlevleri de artmış almış yürümüş artık, legalleşmiş, herkesin kullanımına açılmış. Meyve bıçağınız artık değişmiş tamamen bir silah olarak anılma yolunda ilerliyor. Yarardan çok zararlı olmaya başlamış. Bunu engellemenin bir yolu yok. Arada bir birileri çıkıp bununla meyve soyduğunu, aslında çok yararlı olduğunu, meyve soyulduğu zaman ne kadar masum olduğunu söylese de artık bu bir şeyi değiştirmiyor. Araç bir kere tecrübe edilip farkı çıkarlara da hizmet ettiği, farklı kazançlar da kazanıldığı görüldükten sonra bu hareketin tekrarlanmaması, silahın adam öldürmemesi gibi bir şey imkânsız hale geliyor.
Buraya kadar okuduysanız şimdi, bu ilk başta masum olan meyve bıçağının televizyon olduğunu düşünün, bunu kullananın da siz ve ya kanal yöneticileri, yayın akışını kontrol eden, denetleyen ve uygun gören kişiler olduğunu düşünün.
Bir yerden sonra, yarardan çok zararı dokunduğunu gördüğünüz, artık zarar vermeden kullanamayacağınızı anladığınız bu aleti ister atarsınız ister hala “ben meyvede soyuyorum, meyve de soyulabilir öyle olduğu zamanda olmazsa olmaz” diye içinizi rahatlatmaya devam edebilirsiniz.
Hangi amaca hizmet ettiğini ve artık bunun bir geri dönüşü olup olamayacağını, kullanılmaya devam ettiği sürece zararlarına rağmen hoş görüp göremeyeceğinizi, zararlarının artması olasılığını ve ne kadarına daha katlanabileceğinizi ve razı olabileceğinizi de bununla birlikte tekrar düşünün. Ne yapacağınıza karar verin.
İyi seyirler…

Ne İmam Ne Hatip?...


Öğrencinin derdi tasası bitmez. Eğitim sistemi baştan kokmuş. Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla, bu çöküşün patırtısı gürültüsü duyulmuş olmalıydı. Bundan bilmem kaç yıl önce. Her sene değişen sınav sistemi, öğrencinin devlet idaresinde kobay olarak kullanılması, saçma sınavlara tabi tutulması, medeni ülkeler seviyesine erişmek amacıyla onların bile dayatmadıkları kuralları, gençlere ayak bağı yapılması…
İmam-Hatip meselesini bunların dışında tutmak gerekiyor ne yazık ki…Bunun sorumlusu öğrenciler değil tabii ki. Başından beri bunu siyasi bir araç gibi kullanan ve amaçları doğrultusunda yönlendiren iktidarların suçu bu. Bunlar üzerinde oyunlar oynanmasaydı, kendilerine seçmen çiftliği kurmuş gibi davranmayıp, (her okul ve öğrenci için söylemiyorum bunu) kendi örgütlerinin tabanı gibi kullanıp, beyin yıkamasalardı sanırım bu itirazlar İmam-Hatip Liseleri üzerinde yoğunlaşmayacaktı. Hala katsayı sözü geçince iktidar bile sadece İmam-Hatip Liselerine güvence veriyor merak etmeyin diye. Meslek Lisesindeki çocuklarda buna karşılar. Katsayı kalksın istiyorlar ama onların adı bile geçmiyor. Onlar kullanılarak bir şeyler değiştiriliyormuş gibi hissediyor insan. Meslek Lisesindeki arkadaşların dikkat etmeleri gereken hususlardan birisi bu. Evet sorun onların sorunu ama bunu çözeceği teminatını veren siyasilerin ağızlarında meslek lisesi lafı yok dikkat edin. Sadece İmam-Hatip Liseleri var ve meslek lisesi olarak sadece bunlar kastediliyor. Sizin mağduriyetiniz kullanılıyormuş gibi hissediyorum. Bunu ufak haber yorumları ve açıklamalarla kendiniz de görebilirsiniz. Duygusal düşünmeyin, kullanılıp kullanılmadığınıza dikkat edin.
Kaldı ki anketlerden bahsediliyor. Orada okuyan arkadaşların çoğu İmam olmak istemiyor. Bu bir meslek lisesi ve mesleğe yönelik adam yetiştirmekle mükellef. Buna göre de üniversitelerde ilahiyat fakültelerine ayrıcalıklı olarak, artı puanla gidebiliyorlar. Bakıyorsunuz kimse imam olmak istemiyor. O bir meslek grubu değil mi? Yoksa bunun altında başka bir şeyler mi yatıyor? Ailelerin ve tabii oldukları grupların çıkarları var mı yok mu düşünmeden edemiyor insan. Seçmen kampı gibi kullanıldığını düşünüyorum ister istemez. Birde şu var ki bildiğim kadarıyla İmam olarak atananlar devletin farklı kadrolarına da geçiş yapabiliyorlar. Kadroculuk kuşkusu da insanın aklına geliyor. Bunu yapılan kpss sınavlarındaki aşırı imam ihtiyacından da anlayabilirsiniz. Sonra şunu da karşılaştırın bir zahmet, camii sayısı ve alınan, ihtiyaç duyulan imam sayısı birbiriyle orantılı mı? İmama göre mi camii yapılıyor yoksa camiye göre imam mı alınıyor belli değil. Özellikle bu kadar öğretmen kıtlığı varken yatırımın bunlara yapılması ilginç.
Efendilerin şöyle de bir savunması var. “Öğrenciler buraya dini eğitim almaya geliyorlar ama ileride doktor, mühendis olmak istemeleri suç mu, yasak mı?” ilk bakışta çok masum görünüyor evet. Haklılar da. Birde şöyle düşünelim o zaman. Madem meslek liselerinden bahsediyoruz. Endüstri meslek lisesinde motor bölümde okuyan bir arkadaşı ele alalım. Aynı İmam-Hatip mantığını burada da kuralım. Onun da velisi ya da toplumsal temsilcisi şöyle desin “ben çocuğumu motor eğitimi alması için gönderdim, onun şimdi doktor olmak istemesi suç mu?” Mantıklı geliyor mu? Onun için zaten Endüstri Meslek Liselerinden bahsedilmiyor. Orada aldığı dersler üniversite de gittiği bölümde bocalamasına yol açacağı düşünülmüyor. Kaldı ki ara elemanın çok önemli olduğu söyleniyor. Neden peki burada ki arkadaşlar kendi mesleklerini değil de başkalarını seçme yoluna gidiyor. Bu devletin aslında ara elemana değer vermediğini, süründürdüğünü ve kimsenin de öle olmak istemediğini göstermiyor mu? Kaldı ki Endüstri Meslek Liselerinin de mühendislik seçmeleri durumda avantajları var yanlış hatırlamıyorsam. Yani mühendis olmaları, düz liselere gidenlerin aksine daha kolay, söylendiğinin tam tersi olarak.
İmam-Hatipleri bunun dışında tutmak lazım derken bunu kastediyordum. Oradan mezun olup meslek sahibi olunmuyor mu? Adı üzerinde meslek lisesi ve bir mesleğin var. Neden başka kadrolara da kaydırılmak isteniyor? Daha Önce dinin toplum üzerindeki etkilerinden çokça bahsetmiştim. Tartışılmaz bir dogma haline getirildiğini ve manipüle etmekte kullanıldığını söylemiştim. Bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde oradaki öğrenci arkadaşlar bu dogmalaştırma yüzünden, belli bir görüş altında yetişiyorlar. İktidarlar açık açık yapmasa söylemese bile bu arkadaşların, temelden oluşan görüşleri doğrultusunda seçimlerini yapacakları aşikar. Bunun sebebi hep söyleyip durduğum gibi hayatlarının dini bir temele oturtulması ve tartışılmaz bir gerçeklikmiş gibi dayatıp, onlarında aynı şekilde dayatmaları.
İşin aslı şu, diyelim ki dini kökenli doktor, hakim, yargıç, iş adamı ve yönetici olacak. Peki bu görüşleri belli olan gruplar ileride kimlerin işine yarayacak, şu anda arada bir rastladığımız kadarıyla kimlerin işlerini görecek ya da hangi siyasi hareketin tabanı olacak…Diyelim ki oldu bu köktenci anlayışla, çoğunluk gücü sağlanarak nasıl bir demokrasi ortamı yaratılacak…

Öl de Ölelim…


Arada bir de olsa şaşırtıcı cevaplar geliyor hükümetten. Afganistan’a asker göndermeyle ilgili olarak Cumhurbaşkanı “muharip güç göndermeyeceğiz, müslümanı müslümana kırdırmayın, daha sonra ne yapacaksınız, toplu olarak itlaf mı edeceksiniz” dedi. Şaşırtıcı. Amerikan güdümünün yoğun olarak hissedildiği bir hükümetten beklenmeyen açıklamalar.
Umalım ki bu oyun görülmüş olsun, ya da bilindiği halde politikaya kurban edilmesin ulusal değerler. Bir devlet olduğumuz ve güçlü olduğumuz söylemleri, onur ve gurur yanlış karar verilip de ayaklar altına alınmasın.
Ola ki yanlış karar verildi, o zaman insanlar daha belirgin şekilde görmeye başlayacaklar bir sömürgeye dönüştüğümüzü. Umarım aynı şekilde, GDO’da yapıldığı gibi kâğıt üzeri oyunlar da yapılmaz millet üzerine.
Söylüyorum çünkü iktidarın ne kadar bağımlılık yapıcı, ne kadar insanı cüretkâr hissettirdiğini ve iktidar için nelerin kurban edilebileceğini biliyorum. Biliyorum, bir kitlenin kendisini bu iktidarın parçasıymış gibi hissettiğini ve ne denirse denilsin koşulsuz itaat edeceğini görüyorum.
Milletin aklı olma mertebesine getirilmiş, layık görülmüş insanların, gerçekten buna layık hareketler yapması dileğiyle…

Her Derde Deva…


Bir toplumun en büyük sorunlarından birisidir bencillik. Tabii ki herkesin aynı akıl ve mantık seviyesinde olmasını bekleyemezsiniz ama insan istiyor ki anlamadan dinlemeden konuşulmasın. Kişisellikle tepki gösterilmesin. Bahsettiğim bencillik sadece maddi değil aynı zamanda manevi olanı ki bu biraz daha tehlikeli.
Daha önce de bahsetmiştim sanırım. Bu ülkede (başka ülkelerde de öyle mi bilmiyorum) insanlarda toplum bilincinin olmadığına inanıyorum. Vatandaşlıkta zerre haberleri yok, olmadığı gibi birde vakarla bunun profesörü gibi davranıyorlar. Gördüğüm şudur ki mutlu bir adam mutluluğunu, elde etmiş olduğu çıkarı veya hakkı paylaşma taraftarı olmuyor da nedense başına gelen acı bir olayın, haksızlığın aynen kendisinin yapmamış olduğu bir şekilde kitlesel tepki görmesini, herkesin bu haksızlığın karşısında kendisiyle taraf olmasını istiyor. Bir de utanmadan buna yanaşmayan insanları tepkisizlikle, bencillikle, vurdumduymazlıkla suçluyor. Kendinin de yapmış olduğunun farkına bile varamayarak. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.
Memurlar grev yaptı, iş bırakma eylemi yaptı, neredeyse dövecektiniz adamları. Adamların derdinin ne olduğunu bilmeden, nasıl yaşadıklarını, seninle aynı geçim derdinde olduklarını düşünmek bile istemediniz. Ya ne yapacaklardı? Ellerindeki tek yaptırım gücü olan iş bırakma eylemi, onu yapmasalar da aynı yoksullukla ve sefaletle yaşamaya devam mı etsinler. Aynı şekilde iktidar sahipleri de onları bu usulsüzlükle suçladılar. Neymiş, bunlar masada çözülmeli halkın ihtiyaçları aksatılmamalıymış. Bu resmen halka oynamanın en çirkin şekillerinden birisi. Halkı halka karşı karşıya getirme, kendi içinde terbiye etme çabası. Masaya oturulduğunda hiçbir sonuç çıkmadığı görüldü. Alay edildi % 2,5 zamla.
Aynı çirkin oyun şu an eczacılar üzerinde oynanmakta. Bu ülkede zaten hak arama ve grev yapma ezelden beri “anarşik hareketler” olarak gösterildi. Ne zaman birisi sesini yükseltse devlet düşmanı ilan edildi. Cahil vatandaş da aynı durumlara kendisinin de düşebileceğini akıl edemeden inandı bu masallara. Ne olursa olsun devletini sevmeye kendini mecbur hisseden salak bir kalabalık oluştu. İktidarların ekmeğine yağ sürüldü. Bağırarak konuşmayı doğru saymaya, iki pohpohlanmayı sevgi sanmaya başlayan bir kitle oluştu, bu mantık ve saygı yoksunluğundan. Her kesime hitap edebilecek, hiçbir fikri olmayan, nereye çekersen oraya giden bir kuru kalabalık.
Neymiş, halkın suçu neymiş, demokratik değilmiş ayıpmış bu yaptıkları. Senin suçun ne söyleyeyim vatandaş; bu gibi hak arama eylemlerinde mağdur olanın yanında durmamak, bencilce kendini düşünmek. Aynısını IMF gösterilerinde de yaşadık. Gençlere anarşik dediler. Vatandaş aklını başına al, pazarda mikrofon tutulduğunda şikâyet ettiğin yoksulluk, hastane kapılarda çektiğin sefalet ve insanca yaşamana müdahale edildiği için bu insanlar bu eylemleri yapıyor.
Karşındakinin seni senden daha çok düşündüğünün farkına var artık, oyuna gelme. Canı sıkılan birlik ve beraberlikten bahsediyor. Vatandaşında karşısındakinin vatandaş olduğunun farkına varması gerekiyor. Senin tepki göstermen gereken şey devlet sistemi, devletin yaptığı haksızlıklar. Seninle aynı yokluğu paylaşan insanlar değil. Sen trene bineceksin diye bu adamlar aynı durumda yaşamaya devam mı etsinler. Asıl rezillik sizin yaptığınız. Kendi işiniz pahasına bu insanların aynı acıyı çekmelerine razı oluyorsunuz. Kimsenin aklına gelmiyor “sevgili devlet böyle milleti sefalete sürükleme, bu insanları bu durumda bırakıp bizim de işimize gücümüze engel olma” demek. Devletten korkan vatandaş bu güne kadar dayatıldığı gibi karşısında duran en tehlikesiz adamı hasmı biliyor, ona saldırıyor. Bunun adı bencillik değil de nedir. Memleketimde herkes aydın, nazar değmesin.
Bekleyin birlik ve beraberliği, bekleyin refaha ulaşmayı. Ama ulaşamadığınız yerde de, bunlar için mücadele ederken kovaladığınız insanların yardımını istemeyin. Bana gelmeyin aynı yüzsüzlükte. Er geç düşeceğiniz sefaletinizi paylaşmaya çağırmayın insanları, bir işiniz olduğu ve 3 kuruş para kazandığınızdaki mutluluğunuzu da paylaşmadığınız gibi…
Kitlesel olarak insan hakları anlaşılmadıkça ve haksızlıklara karşı iktidar yönlendirmesi olmadan, beraberce karşı çıkılmadıkça, senin hakkının aynı zamanda onunda hakkı olduğu anlaşılmadıkça kendi kendine bölünür bu toplum. Bölündükçe milyon tane parti kurulur, milyon tane seçmeni olur yine bir işe yaramaz. Katlıyorum, benim oyum o adamlarla bir olamaz. (buda yazının klişesi olsun)
(Bu arada ilaç alırken eczanelerde daha çok para ödüyorsunuz, birde sosyal güvenceniz yoksa yandınız, neden mi? Eczacınıza danışın… Birde, mademki bu çok iyi bir uygulama yarı fiyatına satılabilen bu ilaçlar neden bu zamana kadar yarı fiyatına satılmadı, vatandaşın bu güne kadar ki kaybından ve esnafın bu günden sonra oluşacak olan kaybından kim sorumlu? Onu da devlet büyüklerine bir zahmet soruverin)
(Bu arada tekrar belirtmekte fayda var; karşı olduğunuz sistemi, yine aynı sistemin kurallarına göre eleştirmek veya değiştirmek ne kadar mümkündür?)

Yerin mi Dar? Ne Var?..


Hapishane sisteminin olmazsa olmazları ve aynı sebepten dolayı olmamaları gerektiğinin en büyük nedenlerindendir insani koşulların olmaması. İşlediği suçtan daha büyük bir suçla cezalandırmaktan başka bir şey değildir. Hapishaneler birer zorunlu empati yuvasıdır. Gel gelelim devletin bulabileceği yegâne çözümdür de aynı zamanda. Usulsüzlüğü tartışmak için devlet sistemini tartışmak gerekir ki akıl fikir sabredemez çoğu zaman buna.
Her neyse sorun o değil. Bu ülkede birçok kişi ceza evinde yatmakta. Arada bir insani koşulların olmadığını da duyuyoruz. Dikkat çekmek gerekir ki birçok insan diyorum. Bir mahkûmun da evet insani koşullarının olması gerekir ama bu koşullar altına acaba bir televizyon, rahat bir koltuk, geniş ve havadar bir oda, güzel yemekler kısacası bir otel konforu girer mi merak ediyorum. Ya da “insani koşullar” giderek bir bahane mi olmaya başlıyor.
Kopan yaygarayı biliyorsunuz. İmralı’daki zevat, oda biraz daha geniş değil diyerek yaygara koparmaya başladı, zaten sürüklenmeye hazır olan topluluklar da azıcık bir ittirmeyle insan hakları temsilcisi kesilmeye başladı. Kral dairesi açılsaydı bari. Bu nasıl bir mahkûmiyet, ufak bir hırsızlıktan hapse girenlerin koşullarına bakın birde binlerce insanın ölümünden sorumlu tutulan, anayasada ne kadar suç varsa çoğunu işleyen, bırakın işlemeyi bunların bayrak taşıyıcılığını yapan adamın koşullarına bakın. Bu kadarı genel bir insan hakları saygısızlığı olmuyor mu? Malum parti adına temsil ettiğinizi söylediğiniz kitlelerin saflığından yararlanmak olmuyor mu? Haklarını aradığınızı söylediğiniz kitlenin tarafınızdan sürüye dönüştürüldüğünü fark etmiyor musunuz yoksa bilinçli olarak mı yapıyorsunuz? Kaldı ki çözümün odak noktası o zevat ise bu amaçla kurulan parti ve parti başkanının ne anlamı kalıyor.
“Paşama”, 15 cm daha eksilince dar gelmiş yattığı yer. Saçmalamayın beyde yok rahatı daha ne istiyorsunuz. Bunun dahası zaten özgür bırakmak olur. Arada bir de dışarıya salın dolaşsın falan. Af edersiniz arada bir de kadın gönderelim olmadı… Kaldı ki bu iş biraz kralcılığa benziyor, daha önce görülmüş mü ki bu “demokratik” partinin başka birisi için bu hakkı istediği, ya da herhangi bir demokratik istekte bulundukları. Amacı belli olan bir parti kendileri ne derse desinler. Buna kendileri yol açtı. Tek söylemi bunun üzerine kurulu olan bir partinin ne kadar demokratik olmasını bekleyebilirsiniz ki? Bu arada kapanması söz konusu. Aynı şekilde kendi “demokratik” haklarını savunan iktidar partisi acaba bu konuda ne karar verecek. Onlarda kendi krallıklarını dayatmaya devam mı edecekler, yoksa yine kendi “demokrasileri” adına toplumun vicdanına aykırı gitmeye devam mı edecekler? (Dün yediğimiz hurmalar giderek anlamlı olmaya başladı…)
Mahkûmiyetin anlamı yaptıklarından ders almasını sağlamaktır. Yaptıklarından zevk almasını sağlamak değil. Kaldı ki bu istekler odak noktası olarak gösterildikçe ve devlet tarafından karşılandıkça bu adamı ve ardındaki illegal güruhu ve yaptıklarını legalleştirme noktasına gelir ki yapılmak istenen de budur. Umarım politika bunlara kurban edilmez. Her ne kadar aksinin olacağını düşünsem de (içimden bir ses öyle diyor, içimdeki seslerinde sorumlusu ben değilim) olmamasını umarım. Yamayarak ayakta tutmaya çalıştığınız devlet o zaman dikiş yerlerinden nasıl patlıyor o zaman görürsünüz.

Benim mi Senin Mi?..


Kitlesel hareketler demokratik toplumların olmazsa olmazlarından olarak görülür ama her nedense hiçbir devlet yapısı ve ya kuruluşu tahammül edemez. En basitinden bir grev devletin arzu ettiğinden(buyurduğundan) uzun sürerse en “tatlı” şekilde bastırılır. Her ne kadar demokrasiye fazlaca inanmasam da bu toplanma ve müdahale durumunu kendi içerisinde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bir nevi anlaşılacak dilden konuşmak gibi.
Grup ne zaman tehlikeli olmaya başlar(demokrasi sevdalıları için söylüyorum) ya da tehlikeli görülmesi gerekir; çoğunluk avantajını sosyal haklarının dışında, kişisel çıkarlar ve toplumun geri kalanı için mantıksız olan isteklerin gerçekleşmesi amacıyla kullandığı zaman. (toplumsal yaşam böyle bir şey, mantıksız istekler ve kişisel çıkarlar gayet tartışmaya açıktır ama gözümüz yorulmasın)
Aynı şekilde toplum olma bilinci bu sosyal hakların eşit dağıtılmasına ve dağıtılması için çaba sarf etmeye dayanır. Başkası içinde bu kuralların geçerli olabileceğini (her ne kadar istemesek de, aynı haklara sahip olduğunu kabullenmeyi) kabullenmeyi getirir. Yani kısaca haklara saygı göstermeyi. Şimdi işin kafa yorulması gereken kısmı şu bana göre; Giderek güçlenen bir grubun isteklerini yaptırımlarını nasıl kontrol edebileceksiniz. Belirli bir konuma gelen ve konumu dolayısıyla doğal olarak (demokratik olarak yani oy çokluğu vs. açısından) daha demokratik haklara sahip olan bir grubu nasıl denetim altına alacaksınız? Aynı şekilde kendiniz ve ya grubunuz için talep ettiğiniz hakların, aynı zamanda diğer grupların talep ettiği haklarla eşit olduğunu, onlarında hakkı olduğunu hangi güç size söyleyecek ve inandırabilecek?
Bu çerçevede minare yasağı konusuna gelmek istiyorum. Bu uzun açıklama ve sorulardan sonra söylemek istediğim şey sanırım daha iyi anlaşılacak. Bu karar bizim memlekette de en demokratik yol olarak söylenen referandumla alındı değil mi? Vakti zamanında iktidarlarında seçimlerin referandumla yapılması isteğini ve karşı çıkanlara da demokrasiden korkmayın dediğini anımsayın. Aynı şekilde yeniden düzenlenen yasalarla suçlu ve şüpheli kavramlarının daha kısıtlayıcı ve neredeyse kesin çizgilerle belirlendiğini hatırlayın. Ergenekon denen davaya şüpheli olarak alınma bahaneleri “toplum ve devlet yapısına karşı suç işleme olasılığı olan” gibi bir tabire kadar indirildi. Aynı şekilde bunun başka ülkelerde de hem de referandum gibi “demokratik” bir yola alınabileceğini aklınıza getirin. Yani burada bir saygısızlık yok gibi duruyor. Yurtiçinde bize dayatılan şeylerin aynısı, aynı mantıkla yani toplumsal karar başlığı altında, toplumun ortak kararı adı altında nasıl yapılıyorsa orada olan durumda aynı. Biz burada ne yapıyorsak aynısını orada da yapıyorlar ve biz rahatsızlık duyuyoruz.
Şu an kimi çevreler üzerinde yapılan kontrol orada da Müslümanlar için yapılıyor. Biz yurtiçinde nasıl bunu sorgulayamıyorsak, nasıl tehlikeli tehlike ne diyemiyorsak, kafadan içeri alıp suç arıyorsak aynısını orada da yapıyorlar. Demek ki burada yapılanlar gibi, sadece Ergenekon meselesi değil daha önceden gerçekleşmiş yerel ve ulusal olaylara da dikkat edin, adamlar bir şeyleri tehlikeli bulmuş ki bunu talep ediyorlar, çoğunluk olarak. Dönüp dolaşıp çuvaldız bize girecek gibi duruyor. Sübjektifliğini dayatıp çoğunluk reflekslerine oynayanlar bunu zamanla objektiflikle karıştırmaya başlıyor. Zaten alışık olmadıkları objektiflik kavramı bir süre sonra batmaya başlıyor insanlara.
Şunu da söyleyebilirsiniz; bu bir devlet kararına indirgenemez. Bu bir inanç meselesidir ve herkes bu kararında özgürdür. İnançlara saygı duyulması kısıtlanmaması gerekir… O zaman toplumsal olarak da birçok çevrenin kiliselere ve başka dinden din adamlarına ne kadar tepkili olduğunu düşünün. Kiliselere yapılan saldırılar, öldürülen papazlar, misyonerlikle suçlanıp fişlenen insanlar (ki Müslümanlarında orada yaptığı misyonerlikten başka bir şey değildir, giderek siyalaşan bir İslam anlayışı oluşmaktadır. Bunun küçük bir örneği, bilmiyorum dikkat ettiniz mi, hem Avrupa’daki sağcıların hem de vatandaşın korkmalarına ve karşı olmalarına gösterdikleri sebeplerden birisi Başbakanın zamanında okumuş olduğu “minareler süngümüz ….” şiiri. En sade Avrupa vatandaşı bile bunu biliyor ve korkuyor. Resmen dün yediğimiz hurmalar hem yurt içinde hem yurt dışında k…mızı tırmalıyor) bunu da bir düşünmek lazım. Burada ne gibi bir hak verdinizde orada hak istiyorsunuz diye sorarlar adama. Burada neredeyse bu tip işleri yapanlar hiç de azımsanamayacak bir kitle tarafından alkışlanıyor.
Hadi onu bıraktım. Başka din mensupları bir yana aynı dinin farklı mezhebinden diye ezdiğimiz insanlarımız bile var. Aleviler de aynı şekilde yıllarca anmak istemediğim farklı adlarla anılıp aşağılanmadılar mı? Hatta şu sıralar yine iktidar incisi olarak bir şekilde yargının taraflı olmasının nedeninin Aleviler olduğu söylendi. Usulsüzlükten onlar sorumlu tutulmaya başlandı.
Dinime küfreden Müslüman olsa demezler mi adama? Bu topluma yıllardır dayatılan, çıkar aracı olarak görülen ve en zor durumlarda emniyet supabı gibi görülen ve üzerine oynanan sinir bozucu bir refleksidir din. Bu oyunlar buna yol açtı ama hala kimse görmek istemiyor bunu nedense. Bu zamana kadar üzerine oynadınız resmen siyalaştırdınız ve cahil halkın aklında bir dogma yarattınız şimdi toplayın bakalım meyvelerini. Çürük de olsa sizin bahçenizin meyveleri bunlar.

Ben Askere Gidecem…


Demiştim bir takım mecburi sebeplerden dolayı yazamıyorum diye. Bunlardan birisi de askerlik. Ha gittim ha gideceğim. Az kaldı. İster zorla ister seve seve bu sağlıklı her tük gencinin başına gelecek. Bunun niteliği ve gerekliliği uzun uzun tartışılır. Bir geleyim askerden.
Beni delirten asıl şey bürokrasi oldu. Burada da buldu beni. Hayatım boyunca yüzüm gülmedi şu işten. Okul kaydımda, ders seçimimde, mali işlemlerde, okula giderken hatta okuldan mezun olurken bile çok sancılı oldu. Herkesin başına gelir demeyin. Ben bunlar için her zaman fazladan ve gereksiz yere uğraştım, koştum durdum. Son derece lüzumsuz bir işleyiş şekli. Giderek bir takım insanlar da kendilerini önemli hissetsinler diye imza attırılan bir sisteme dönüştü.
Askerlikle alakası ne onu anlatayım, anlatayım da kurtulayım. Üniversite için tecil ettirmeye gittiğim zaman 2 gün uğraştım. O sırada da askere almak için her şeyi söylediler, suçladılar. 2 gün boyunca resmen belgelerin başında bekledim. Yanlışlık olmasın diye. Şimdi okul bitti, vakti geldi. Her şeyi halledilmiş sağ olsun, buradan da mezun olur olmaz hemen yetiştiren okuluma teşekkür ederim tekrar. Gitmek de istiyorum artık. Bu sefer de 3 gün bekledim kapılarında. Bir imza için.
Tamam, tecil zamanı işim gereksiz uzadı. İçinde belki biraz kasıt vardır diyerek bunu anlayabiliyorum. Sonuçta kaçmak için bunu yapanlar da var. Art niyet diyoruz buna. Gitmek istediğimde neden almıyorsunuz onu anlamıyorum.
Gideceğim diyorum bu sefer tecilden daha fazla, 3 gün bekledim her şey hazır olduğu halde. Alacak mısınız almayacak mısınız? Anlamadım ki. Bu gibi işlerde son derece sabırsız olan ben, o 3 gün sinir harbi geçirdim. Aralarda geçen diyaloglardan ve derdimin dinlenmeyip terslenmelerimden bahsetmiyorum bile. Acaba başıma geleceklere mi hazırlıyorsunuz? Doğru söyleyin, korkutmayın ya…
(Bürokrasi maceralarım başka bir hikayenin konusudur, ayrıca değineceğim)

Dön Gel …


Bu kurban haberlerinin yanında bir de gündemde Hac görüntüleri var. Daha iyi, gidin kutsal yerleri görün, orada dua edin. Bu daha mantıklı hem yer olarak hem hissettirdikleri olarak. Yalnız görünen o ki giderek bir putlaşmaya doğru gidiliyor. Süper zengin Arap milleti de bunu ha babam sömürüyor.
Aslında biraz da gidenler buna yol açıyor anladığım kadarıyla. Putlaşması buradan geliyor. Bazen o kadar kaybediyor ki millet kendini, o kayboluşun içinde ranta dönüştürülmesi çok kolay oluyor. Fark etmiyorsunuz bile bunu.
Şeytan taşlamaya gidenleri izledim. “Kafasını kıracam onun, elime ne geçerse atıcam, gösterecem ona” diyenler var. Taşı attığında, bir taş parçası. Ne oluyor anlamadım. Bıraksan, yani önünde surlar olmasa biri de aradan çıkarak “yürüyün arkadaşlar, katli vaciptir” dese, resmen tekme tokat girecekler bu duvara. Nasıl somutlaştırılmış, bir soyutun temsili. Manevi olarak olduğunu düşünüyorsan manevi olarak her yerde karşı çıkabilirsin diye düşünüyorum, basitçe.
Ne kadar içselleştirilmiş ve ne kadar kandırılmaya müsait. Oradan gelen birine aksi bir şeyi anlatmanız artık mümkün değil, mantıklı da olsa söylediğiniz imkanı yok dinletemezsiniz. Birde bunun tam tersini düşünün, söze oralardan bir sedayla başlarsanız arkanızdan gelen çok olur. (bu gün de yapılan bundan farklı değil. Daha önce fakir ve gelişmemiş toplumların doğal kontrol ve otokontrol yöntemlerinden birisi olduğunu söylemiştim, yürütün istediğiniz yere bunu kullanarak. Muhtemelen bununla alakasının olmadığı söylenecektir, şeytanın en büyük oyunu var olmadığına inandırması değil midir?)
Kabe’nin üzerinden süzülen yağmur suyunu bardaklara doldurmaya çalışanlar falan. Rahmet her yere yağıyor, onun farkı ne. Eğer bir radyasyon yağmuru olsaydı oraya yağmayacak mıydı? Kanser olduğunda ne düşünecektin kutsal olmadığını mu yoksa cezalandırıldığını mı?
Giderek puta tapar bir duruma geldiğimizi düşünüyorum. Kendi putlarımızı yaratıp beğenmediklerimizi kıran, daha sonra da dönüp “olur mu öyle şey biz puta tapmıyoruz, onları kırdıydık yine kırarız” diyen.
Bu arada Arapların kar etmesiyle ilgili fazla uzatmak istemiyorum, sadece orada yapılan gereksiz düzenlemelere, abartılara bakın, gitmenin ve barınmanın ne kadar pahalı olduğuna bakın, ne kadara daha kutsal olunabilir bir düşünün. Petrol bitse de Arabistan hacılardan zengin olur.
Şeytan taşlamayla ilgili son bir şey daha. Vakti zamanında birbirini taşlayanlar da olmuştu, taşlamaya giderken ezilip ölende. Bir nevi birbirlerini taşlamışlardı. Şeytan hala en büyük oyununu oynuyor demek ki kendisini yokmuş gibi göstererek…(Anlaşılmıştır herhalde)

Kurban Olam...

Yine geldi çattı kurban bayramı. Bir takım mecburi işlerden dolayı, blog için uzun sayılabilecek bir zamandır bir şey yazamıyordum doğru düzgün. Şunu fark ettim ki haberleri izlerken fazlasıyla ağzım bozuluyor. O zaman iyi kötü bir şeyler söylemem lazım diye düşündüm.

Malum ortalık kan gölüne dönmüş. Hala anlayamadığım nokta neden hala kurban sistemi devam ediyor. Eskilerin tanrılarını, ritüellerini bunun için terk etmedik mi biz. Ha o zamanlar insan kurban ediyorlardı ve bu bizim tanrılarımıza benzer tanrılar için değildi, diye düşünüyor olabilir bazıları. Eğer böyle düşünüyorsanız tebrikler siz bir tür faşistisiniz. Ne demek bu, şu demek kısaca, insan o kadar yüce o kadar ulu o kadar akıllı diyorsunuz ki ondan adak olmaz ondan cellat olur, yeri gelir yargıcı da avukatı da o olur. Hiç mantıklı gelmiyor değil mi?
Başka tanrılar diyorsanız eğer onlara da saygı duymanız gerekir. Tıpkı kutsal bir kitapla gönderilmeyen diğer peygamberler gibi. Onların da amacı aynıydı. Tanrıları mutlu etmek. Tanrıları her ne kadar bize mantıksız gelse de (ki bu misyonerliğin altında yatan nedenlerden birisidir).
Hadi onu da geçtim. Bir tanrı neden kan dökülmesini istesin. Muhtemelen bu soruyu klişe olarak her nevi muhaliften duymuşsunuzdur. Hadi diyelim ki, (bir an için bunun kesin bir gerçek olduğunu düşünerek) İbrahim peygamber oğlunu kurban etmek istedi. O şevkle ve inançla, tanrı onu son anda kurtardı bu yaptığını iyi kalpli bir davranış olarak kabul etti, kafi gördü ama kesmesine razı olmadı ve bir kurban gönderdi. Neden o anlık bir şey olarak kalmadı da bu ritüelleşti. O İbrahim peygamberin yaşadığı bir durumdu neden herkes üzerine alındı da bunu gelenekselleşti.
Her ne kadar İslamiyet kendinden önce gelen bütün ilahi peygamberleri kabul etse de İbrahim İslam peygamberi değildi bildiğim kadarıyla (yanlışsam düzeltin). Nasıl İsa peygamberin veya Musa peygamberin ritüellerini dinimize uygun görmüyorsak bunu neden gördükte klasikleştirdik. Bu içimizdeki vahşilikten mi kaynaklanıyor acaba.
Eğer öyleyse 1500 yıllık bir öğreti hiçbir işimize yaramamış. Hala aynı yerde öğrenmeye çalışan, “gelişmekte olan bir toplumuz”. Amaç bu vahşeti durdurmak değil miydi? Ha bu duygu doğal bir duygu, insanların rahatlamasını sağlamak için bu kurban töreni yapılıyor diyenleri duydum. O zaman, mademki doğal bir takım suçlar yerine ve zamanına göre hoş görülmeli mi demeliyiz?
İlla hayır yapacağım diyorsan, ki birçok kişinin bahanesi budur, bende bir çok kişinin klişesiyle cevap vereyim. Yılın bir günü değil her günü yap, kan dökerek değil yardım ederek yap. Çoluğu çocuğu bundan uzak tutmak ne işe yarayacak, bu gelenek yüzünden ileride onun da senden farkı olmayacak ki.
Bunun yanında kesim şekillerine, törenlere hiç girmiyorum bile. Hepiniz izlemişsinizdir. Bu iş çığırından çıktı gibi artık. Et yemeyecek miyiz? Evet yiyeceksiniz. Bildiğim kadarıyla gebe hayvanlar ya da anne statüsünde olanlar kurban olarak kabul edilmiyor. Ama doğal olan bu değil, yaşlı ve üreme üretme potansiyeli olmayanların tüketilmesidir. Doğa da olan budur. Ha ağzımızın tadı bozulmasın süt kuzu, süt oğlak yiyelim değil mi? Böyle türün gelecek kuşağını da etkileyen bir kıyım başka nerede görülmüştür, görülmüştür de karşı çıkılmamış mıdır acaba?
Sağolsun haberler bütün gün bunlarla dolu. Çoğu zaman doğru düzgün bir şeyler göstermeye korkan, gösterdiğini de yarım yamalak, unutturarak gösteren haber bültenlerine de malzeme çıkıyor. Oh bu günü de haberle doldurduk Allaha şükür mü diyorlar nedir. Ciddi bir şeyin üzerinde fazla durulmaz, ıvır zıvır olduğu zaman uzun uzun gösterilir. Ne güzel. Sanki bir şey yokmuş gibi haber bültenlerine kamera şakaları, sempatik kedi köpek görüntüleri ekleyenler oldu, hatırla.
Burada hayvan hakları savunucusu gibi görünmek istemem, öyle de değilim zaten. Temel canlı hakkına inanırım, doğanın dengesine falan filan. Her seferinde insanın kendi kibirinin farkında olmayıp, ona yenilip bir şeyler altüst ettiğini görüyorum. Kendi amaçları için, inanışları için sırf farklı olduğu için, işin içinde kutsallık olduğu için (yerli soykırımlarını, Güney Amerika halklarını hatırla, oralara gidenlerde kraliçe ve tanrı adına gittiler). Biz artık doğanın bir parçası değiliz. Bunu aklımızı bu tür işlere kullanmaya başladığımızdan beri bıraktık. Aklıma hep şu geliyor ister istemez, insan bir asalaktır, doğayla birlikte yaşamayan, içinde olamayan sadece onu sömüren bir asalak.
Afiyet olsun…

Zombi Olsun İster Çamurdan Olsun...


Dellamorte Dellamore (Cemetery Man)

Yönetmen: Michele Soavi


1996


Zombi filmlerine oldum olası hayranım. Buldum mu izlerim. Bu iyiymiş, bu kötüymüş demem. Acayip bir tutku. Bilen bilir. Yaşayan Ölülerin Gecesi (Night of the Living Dead) ile başlayan bir sevdadır bu.

iyi yapılırsa izlenir, kötü yapılırsa müthiş eğlencelik çıkar.

Edgar Wright'ın yönettiği Ölülerin Şafağı (Shaun of the Dead) filmini bilmeyen yoktur. Klişeleri tiye alan bir zombi parodisi.

Dellamorte Dellamore de onu andırıyor. Ciddi ciddi absürd bir zombi filmi. İngilizcesi "Cemetary Man" yani mezarlık bekçisi. Muhtemelen sokağın köşesindeki cdcide, bir kenarda, kapağının rengi solmuş olarak duruyordur.

Gelelim konusuna; mezalıkta bekçilik yapan kahramanımız Francesco Dellamorte (Rupert Everett) gündüz ölü gömme gibi rutin işleri yaparken, gece uğraşları tamamen değişir. Mezarlık geceleri daha bir gizemli hale dönüşmektedir. Geri gelenlerle uğraşan kahramanımız artık erme noktasına gelmiştir. Dünya'nın geri kalanında da böyle şeyler olup olmadığını merak etmekte, kimseye birşey söyleyememekte ve içi içini yemektedir. İçi içini yerken de geri gelenleri tekrar göndermekten de geri durmaz. Geceleri kulübesinde kırık bir kafatasını, yap-boz misali birleştirmektir hobisi.

İçinde garip bir aşk da barındırır film. Sağından solundan çıkan göndermeler, metaforlar da cabası. Bir yerinde de "Hadi bakalım, kolay gelsin" parçası çalmakta, insanın tüylerini diken diken etmekte, alacakaranlık havası yaratmaktadır.

Ufak bir not: Çizgiroman kahramanı Dylan Dog, Rupert Everett'in canlandırdığı Francesco Dellamorte karakterinden esinlenmiştir. (yada tam tersi)

Yasa-ma, Yürüt-me, Yargı-lama...

Birkaç kişi toplanır. "Memleket için bunlar doğrudur, böyle olmalıdır, böyle olacak" derler. Alacağınız ekmekten tutunda, basacağınız çime kadar planlarlar. Buna "yasama" denir.

Yapabileceklerinizin sınırı belirlendi ama sorun bitti mi? Hayır. Bu birkaç kişi, diğer birkaç kişiyi görevlendirir. Derler ki bu kuralların doğru düzgün yürüyüp yürümediğini kontrol edin. Bizde o sırada size kontrol edilecek yeni kurallar koyalım. Buna "yürütme" denir.

Tekrar birkaç kişi daha tutulur. Onlara da "Biz kanunu koyuyoruz, onlar bunu denetliyor, sizde insanlar "çimlere basıyor mu basmıyor mu ? Gidin onu kontrol edin" denir. "Basıp basmadıklarını, belirlediğimiz kurallara göre değerlendirin, basılan çimlerin kanını yerde koymayın" denir. Buna da "yargı" denir.

Bunlar her nekadar birbirine bağlı gibi görünseler de kısmi iktidarları gereği herbirisi bir güçtür. Birbirlerinden sorumlu olmalarının yanısıra, kendi içlerinde ve işlerinde bağımsız hale gelirler. (verilen yetkinin sorumluluğu saptırıcıdır ya da gücü elinde bulunduran onun karakterini belirler)

Eğer bunlardan birisine üyeyseniz ya da üye olan birisini tanıyorsanız, sırtınız bırakın yere gelmeyi, omuzlardan düşmez. Hiyerarşi oluştukça ve kademeleri arttıkça güç dağılımı dengesizleşir. Merkezi yönetimden uzaklaşılır, herkez kendinin efendisi olur, herkeze kendini önemli hissettirecek yetkiler verilmiştir. Gücün dışarı çıkması kaçınılmazdır.

Nereden nereye... Cumhurbaşkanı Gül'ün hakkında "kayıp milyon davası"nı tekrar gündeme getiren, Başbakanı terörist başına "sayın" dediği için soruşturma açan savcılar görevden alınmaya çalışıyor. Meslekten çıkarılmaları için gerekli yerlere başvurularda bulunulmuş. İktidar olmak zor iş...

Beşirden Beşire Fark Var...


Memleketimde İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) 25. Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) toplanıyor. Bildiğimiz, bilmediğimiz, bilip de sallamadığımız bir çok müslüman ülke temsilcisi yağmur olup yağdı.

Gösterinin yıldızı tabii ki El Beşir, Sudan Devlet Başkanı. (Türkçe'nin gözünü seveyim. Yanlış anlaşılmasın, serbest çağrışımın esiri oldum. "Sudan" biraz düşününce komik geldi)

Kötü bir üne sahip. Orta-Doğu ve arap ülkeleri arasında iyi bir üne sahip olan azdır. El Beşir bunların ağababalarından birisi anladığım kadarıyla. Gözlerin görmediği Darfur'un sorumlusu. Orduyu halkın üzerine yığan, Cancavid milislerinin tasmasını çıkaran lider olarakda biliniyor.

Nedir bu Darfur meselesi? Kısaca bu "efendi", darbeyle başa geliyor. Sıkı yönetimi pompalıyor azbiraz. Tabii ki zırt pırt karışan "jandarma devletler"in de bunda rolü büyük. Ne zamanki memlekette petrol çıkarılmaya başlıyor, baskılar ayyuka çıkıyor. Halk açlıktan kırılırken Sudan petrol zengini, sonradan görme ülkeler arasına karışıyor. Halk petrol gelirini bölüşemiyor ama çığlıkları, açlığı bitmeyen yolları bölüşüyor.

BM (Birleşmiş Milletler-Pisleşmiş Milletler) bu adamı suçlu olarak görüyor ve hakkında yakalama emri var. Neden bize dert oldu? Neden söyleyeyim. Bu zatın ülkemize gelmesi dış mihrakları rahatsız etti. Hemen nota verdiler uyarı yaptılar. Resmi olmayan kaynaklardan alınan bilgiye göre, resmi olmayan şekillerde gelmemesinin daha iyi olacığı söylenmiş sanırım.

Açıklama 1: Cumhurbaşkanı Gül "Onlar niye karışıyorlar ki, onları ne ilgilendirir, kim kime nota veriyormuş"
Soru: Bunun doğuracağı sonuçları merak etmekteyim. Doğu'ya yönelme eleştirilerine bu kadar tepki veren bir hükümetin, yıllardır politikasını belirlettiği batıya "posta koyma"sı nedendir? Davos sonuçları orta da olduğu halde hala neden bu "delikanlılığın" arkasına sığınılmaktadır. Delikanlılıkla yürütülen bir dışişleri politikası örneği var mıdır?

Açıklama 2: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan " Müslüman ülkeler böyle bir şey yapmaz, soykırım yapmaz"
Soru: Yakın zamanda olan Irak-İran savaşı iki müslüman ülkenin birbirini kırması, bu açıklamadan yola çıkarak, ne demek oluyor? Sudan'a yardım gönderen bir ülkenin başbakanı olarak, duyarlılık göstererek insani yardımı kendi elleriyle götüren bir başbakan olarak, "Ben orada öyle bir şey görmedim" demek, nasıl bir çelişkidir?

Devamlı bir çelişki içerisinde açıklamalar duyuyorum ya da bana öyle geliyor. Anladığım kadarıyla ortada hiç bir şey adına net bir görüş yok. Bakkal terazisi gibi halk ne tarafa yüklenirse o yönde açıklama yapılıyor. yukarı çıkanın üstüne basılıyor, aşağı inenin elinden tutuluyor, taa ki tam tersi olana kadar. Böylece devam ediyor hikaye.

Tavernalarda piyanis şantöre peçete içinde şarkı isteğinde bulunulur ya o geldi aklıma. Yazın bir peçeteye gündemi belirleyin, bu gündem tüm sevdikleriniz için gelsin...

Yeni Önlükler...


Yeni okul önlükleri artık böyle olacak. Şaşırdın mı, şaşırma. Okuduğum olaya aşırı tepki vermek istedim.

Haberi aynen aktarıyorum efendim.

"Zile İlçesi'ne bağlı Evrenköy Beldesi'nde eğitim gören ana sınıfı öğrencisinin önlüğünün üzerine koli bandı ile yapıştırılarak bırakılan ‘İhtiyaç listesinde alamadığınız eksiklikleri lütfen biran önce temin edip gönderin' notu üzerine öğretmen hakkında soruşturma başlatıldı.

Zile'ye bağlı Evrenköy Beldesi İlköğretim Okulu ana sınıfında okuyan 6 yaşındaki öğrenci beldede çekim yapan yerel tv tarafından görüntüledi. Öğrencinin önlüğünün ön tarafına koli bandı ile öğretmeni tarafından yapıştırılmış olan, “İhtiyaç listesinde alamadığınız eksiklikleri lütfen biran önce temin edip gönderin” yazılı not şaşkınlık yarattı. Ana sınıfı öğrencisi, bu notu kendisine annesinin okuması için öğretmeni tarafından yapıştırıldığını söyledi." (kaynak)

Ne öğretilmeye çalışıldı acaba öğrenciye.

İhtiyaç listesi de ne ola ki. Hani parasız eğitimdi? Memleketim de kayıt parası veremediği için okul temizlettirilen mi ararsın, öğrenciyi fişeyip onurunu kıran mı arasın, hepsi var çok şükür. Hala görmeyip inkar etmeye devam edin.

Yorumsuz mu? Değil tabii ki. İçimden yapıyorum şuan yorumu...

Kader de Varmış...

Şansa inanan kadere inanmaz, kadere inanan şansa inanmaz. Birisi hayatının "zar atmaya" bağlı olduğunu düşünmek istemez, zor gelir bu kadar değersiz ve rastgele oluşu. Diğeri de yazılmış bir hikayenin kahramanlarından birisi olduğunu kabul edemez, bu daha da değersizleştirir insanı.

Unutulan kısım ya da yanlış anlaşılmaya müsait olan kısım olasılıklılıktır. (genel de insan evladı 2 seçeneği daha kolay benimser, ya o ya o olmak daha basittir. Bir kelimeye bakar. 3. seçenek sadece kafa karıştırır, mantıklı olsa bile. Uğraştımayın adamı)

Eğer kader ve şansdan birisini seçmek zorunda kalsaydım, şansı seçerdim. Bilmediğim bir hikayeyi oynayıp, başıma gelenleri koşulsuz kabullenmektense, en azından seçeneklerini bildiğim bir yolda yürüyüp, sorumluluklarımı kısmen de olsa almak daha mantıklı gelir.

En azından atacağınız zarda kaç yüz olduğunu ve yüzlerde ne olduğu hemen hemen bilirsiniz. Diğerinde ise zarlar çoktan atılmıştır. Size sadece yürümek kalır. "Yürü ya kulum" sanırım buradan geliyor. Ne hak iddia edebiliriniz, ne düşünce belirtebilirsiniz. Seçenekleri biliyor olmak, bunlardan birisini kısmen bilinçli olarak seçiyor olmak insana güven verir, diğerin de rüzgarda sallanan yapraktan farkınız yoktur.

Seçeneklere göre alternatif müdehale yolları yaratabilirsiniz veya seçtiğiniz yol yüzünden başınıza gelenlere katlanabilirsiniz. Kader de herşey belirlenmiştir. Ne yapsanız değiştirme imkanınız yoktur. Küçüldükçe küçülür, zorunlu katlanmaya zorlarsınız kendinizi.

Sorumluluğun kısmen sizde olması daha çok acı getirir, kaderci olup takdiri başkasına bırakmak acıyı hafifletir. Birisinde kabahatliyken diğerinde sanki hiçbirşey yokmuş gibi davranabilirsiniz.


En son bir kazada insanlar kaderimiz böyleymiş şükür dediler. Kader bunu getirir. Koşulsuz şükür mekanizması.

Duvarları Yıkmak...

Duvarları yıkmak aklınız, fikriniz ne yönde olursa olsun, insana acayip bir enerji, çoşku, bir zafer duygusu verir. İster istemez kafalardaki simgeleri de yıkmış olursunuz. Görünen her ne olursa olsun herkez o duvara vurduğu darbeyle, kendi duvarını yıkar.

Bu sıralar, soğuk savaş döneminin simgelerinden birisi olan ünlü Berlin Duvarı'nın yıkılışının 20. yıldönümü kutlanıyor. Bozuk televizyonumuzdan hatırladığım görüntülere benzer görüntüler, temsili olarak aynı çoşkuyla yaşandı. Vakti zamanının soğuk savaşın soğuk liderleri de katıldılar bu temsile. Korkunun diktiği bu duvarı beraber yıktılar.

Buzdağının görünen kısmı her zamanki gibi çok romantik. Bu duvarların yapılması ve yıkılması hiç bir zaman halkların isteği olmamıştır. Görünenin aksine. Bu her zaman liderlerin kibirlerinin sonucu olmuştur. Herkez kendi iktidarını korumak adına "haklarını" kafeslere kapatmıştır. Şunu öğrendim ki bir çok kişi bu duvarın yıkılmasından pişman.

Halkların bu senaryoda ki tek rolleri ekonomik değerleri ve değerlendirilme kapasiteleridir. Klasik duygu durumları orada da yaşandı, akrabalarından dostlarından ayrıldılar, her iki tarafta kendi rejiminin baskısından kaçmaya çalıştı. Şimdi görülüyor ki keşke Doğu Almanya'dan kaçmasalarmış. Kapitalizm o kadar da güzel bir şey değilmiş. Ekonomi liberalleştiği zaman olan buymuş.

Kominist veya kapitalizmin savunucusu değilim hiç olmadım ama şunu biliyorum ki halklar istikrardan yanadır her zaman. Sistemlerinin değişmesi hoş görülmez her ne kadar baskıcı olsa da. Bu baskıya alışınca insan evladı değiştirmek istemez bunu. Yeni alışkanlıklar edinmek istemez. Evet, özenir komşusuna ama komşusu gibi olmak zor gelir.

İki sistemi karşılaştırdığınız zaman kominizmin istikrarı tartışılmaz. Evet, kısıtlı bir ekonominiz vardır, özgürlükleriniz devletin izin verdiği oranda kalır her zaman, her türlü propagandanın esiri olursunuz ama önemli olan kısmı, bunlar değişmez. Sağlanan imkanlarda değişiklik yoktur, olsa bile bu değişim kitlesel olması bakımından adildir. Haksızlığa yer verilmez. Herkez devlet karşısında, tabii ki vatandaş olarak, eşittir. Toplu bir haksızlık ve toplu bir eşitlik vardır. Eğitiminiz, sağlığınız, kültürünüz eşittir.(yoğun kontrol bunu gerektirir) Değerinizi, devlet ideolojisine bağlılığınız kanıtlar. (Bu bağlılık aynı zamanda, yanında bir çok ikiyüzlülüğü de getirir katılıyorum)

Gelelim Batı Almanya'ya, kapitlist bir ekonomi, devlet düzeni. Burada değişen nedir? Burada devletin baskısı artık tamamen ekonomik olmaya başlar. Artık devletin izin vermesi gibi bir şey yoktur. Devlet sistemi tamamen ekonomi üzerine kuruludur. Özgürlükleriniz artık ekonominizin elverdiği ölçüdedir. Şuan bizimde içinde bulunduğumuz durum gibi. Devlet "mal" gözüyle bakmaya başlar, değeriniz ne kadar para ettiğine ve özgürlüğünüz ne kadar ucuza maledildiğine bağlıdır. Devamlı kazancı hedefleyen bu sistem, tamamıyla değişkendir. Alışmak veya barınmak söz konusu olmamaya başlar. Değriniz devlet standartlarına göre belirlenir. Doğal olarak kimse eşit değildir, hiçbir konuda. Eğitiminiz ve sağlığınız ne kadar varlıklı olduğunuzla alakalıdır. Gelişmişliğiniz devletin umrunda değildir. Para etmediği sürece.

Kominizmdeki bir avuç adamın idealinin esiri olmak, kapitalizmde aynı bir avuç adamın kölesi olmaya döner. Kominizmdeki iktidar propagandası, kapitalizmde tüketim propagandasına döner. İlkinde devlet düzeni üzerinizde baskı kurarken, ikincisinde ekonomik düzen baskı kurmaya başlar. Söylevler değişir.

Aynı zamanda kapitalizmin en büyük oyunlarından birisidir, özgür olduğunuzu düşünmenizi sağlamak.

Devamlı tüketime zorlanan, özgür olduğunu sanan ve bir çok imkandan eşit olmayan bir şekilde yararlanan, en ufak bir bollukta komşusunu gömen, açlıkta da kimse yanında olmadığı için şikayet eden bir toplum olmak mı, yoksa komşusuyla aynı kaderi paylaşan, sağlanan imkanlardan herkezle eşit oranda yararlanan, izin verilen ölçüde özgür olan, aç bırakılmayan ama söz söylemesi de yasaklanan bir toplum olmak mı? Mesele budur.

Çoğu toplumun umrunda da değildir aslında bunlar. Sadece barınmak ve beslemek yeterlidir. Burada da devreye istikrar girer. Karş
ılaştırmayı siz yapın.

Duvar yıkıldı evet ama şu an, dikildiği zamandan daha çok insan kaldı altında. Duvarın üstünde olduğunu sanarak, sandırılarak.

Sporun ve Sporcunun Dostu...



Memleketimde herkes sporcu. Sağlam kafa sağlam vücutta mı bulunur yoksa sağlam kafaya sağlam vücut mu gerekir bilemedim?

Japon, Sushi ve Dünyaya Etkileri...

II. Dünya Savaşı'na kadar katı bir disiplinlinle, samuray soyundan gelen savaş lordları (Warlords) tarafından yönetilen Japonya, 1945'te yediği 2 adet atom bombasının ardından, şüphesiz savaşın en yenik tarafı olmuştur. Nüfusunun büyük bölümünün yok olması, gelecek kuşakların da etkilenmesi, hem ekonomik hem de duygusal olarak yıpranmalarına neden oldu.

Peki ondan sonra ne oldu? Ne oldu da Japonya bu hale geldi. Hala okullarda, devlet sevgisini aşılamak için Japonların mesai saatinden sonra, 1 saatte ülkeleri için fazla mesai yaptıkları anlatılır. Özendirmek için. Eğer öyleyse bir şey varsa, bunun normal ve gerekli bir davranış olduğu söylenebilir Japonya için. Peki bu kadar acı çekmeye, birden düşmeye ve özveriye rağmen bu kültürel çöküntü nereden geldi gerçekten merak ediyorum.


Belki de bu zamana kadar bu kadar katı, kapalı yönetilmesinin, birden dünyaya açılınca genç nüfus üzerine ters etki yapmasıdır. Fazla basıncın kazanları patlatması gibi, Japon gençliği de patlamıştır belki tam olarak bilemiyorum. Ortaya çıkan genç nüfusun beğenisi, tarzı, sinema sektöründeki yapıtları, tv programları son derece ilginç. Her türlü aşırılığı görmek mümkün. Serbestçe yapabiliyorlar, kendi doğal süreçlerini oluşturuyorlar. Bir çok toplum da "ayıp" olan şeyleri neşe içinde yapabiliyorlar.


















Meşhur "çıplak kadın bedeni üzerinde suşi yemek" olayını kesinlikle duymuşsunuzdur. Bir bayan uzanıyor üzerinde siparişlerinizle, sizde en güzel kıyafetlerini giyip, hanımızı da yanınıza alıp öyle felekten bir gece çalmak için ya da bir iş toplantısı için böyle bir yere gidebiliyorsunuz.

Şimdi bu Türkiye'de de başlamış. Yaşınız 18'den yukarı ise, yani reşit iseniz ve cebinizde 350 dolar gibi bir para var ise böyle bir yerde yemek yiyebiliyorsunuz. Hatta abartıp bayanın göbeğine mum dikip, romatik müzik eşliğinde sevgilinize evlenme teklifi bile edebilirsiniz. Kesinlikle unutamayacağı bir teklif olur.

Durum budur. Yorumlamak size kalmış.

Memleketimden İnsan Manzaraları...

"Lenin işlemeli duvar halısı"

Bunun ne gibi bir tehlike oluşturduğunu anlayamadım. Bunu neredeyse, yakın zamana kadar bütün Rusya asıyordu. Şimdi domates satmak ve ucuz doğal gaz almak için peşinden koştuğumuz Rusya.


"Karl Marks’ın ‘Komünist Manifesto’su"


Okumak tabii her zaman tehlikelidir. Bunun okuyup da, anlayıp da arkasından gidebilecek kişi zaten azdır. Bunu okuyup, başkalarına özendirici bir şekilde anlatıyor olmaksa başka bir mesele.


"ODTÜ’de geleneksel hale gelen stadyuma ‘Devrim’ yazmak"


Bütün ODTÜ'yü alıp götürmek lazım bunun için. Bir kelimeden bu kadar korkuyor olmak, bunu şu an da görebilirsiniz. "Darbe" kelimesinden bahsetmek bile ne kadar tehlikeli, kaldı ki üzerine bir de bundan bahsedeceksiniz. Şuan o kadar şikayet edilen ve sivil olmadığı söylenen darbe anayasının sorumluları dışarıdayken biraz abes oluyor.


"İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’nde slogan atmak"


Sakın slogan atma. Attığın slogan şöyle olmalıydı: "Yaşasın işsizlik, yaşasın yoksulluk, yürü be zam aslansın, emek kimin umrunda, barış diye bir arkadaşım var, demokrasi geldi haaanıım".


"Üzerinde ‘orak çekiç ve yıldız’ bulunan uçurtma"

Adı üzerinde uçurtma. Uçmuş yani. Daha reşit olmamış bir veledin, böyle bir uçurtma uçurarak bir devrim hareketi başlatması kaçınılmaz tabii. Zamanında müdehale edilmiş. İpi yapan fabrika ve uçurtmaya malzeme olan muşambanın üretildiği yer de aranmalı.


"Kürtçe türkü kaseti"

Bu biraz tartışmalı kabul ediyorum. Ama açılım zamanı çok garip.
Kontrollü açılım.

" ‘Canım benim’le başlayıp “Nazım”la biten not kâğıdı"

Kimseye canım demem. Eşime adıyla hitap ederim. Oğlumun ismini ise kesinlikle Nazım koymayacağım. Mezarını getirmeye çalıştınız o kadar. Onu nereye koyacaktınız ki.


"Taksim’deki 1 Mayıs’a katılmak."

Taksim'de 1 mayıs mı olur? Hem 1 Mayıs ne onu anlamadım. İşçiler neden haklarını ister aklım hiç almıyor. Çalışıyorsunuz ya daha ne.


"‘Geleneği Yaşatalım, Geleceği Yönetelim’ başlıklı sinevizyon gösterimini ve ‘Denizleri Anlamak’ konulu söyleşiyi düzenlemek"

İçeriğini bilmiyorum belki o açıdan bir sorun olabilir. Gelgelelim bir söyleşi dinlemek ve birini anlamak en büyük suçlardan birisi onu bilirim.


"Ev ev gezip Atılım gazetesi ve Özgür Gençlik dergisi satmak."

Dergileri hiç okumadım, içeriğini bilmiyorum ama sizin kapınıza hiç, tarikatlerden birileri gelmedi heralde. Bu güne kadar 3 dinin de misyonerine rastladım. Ama hiç birinin başına bir şey geldiğini duymadım.

"Kızılay’da yapılan açıklamada ‘Kriz var kriz, devrim yapmalı’ diye slogan atmak."

Kriz yok, kriz yok.


"YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım 2008’de ‘YÖK’e Hayır’ rüyüşüne katılmak, “YÖK, postal seslerinin yarattığı uğultu içerisinde doğdu” başlıklı bildiriyi okumak."

YÖK gayet gerekli bir kurumdur. Üniversitelerin her şeyini kontrol eder, onlara iş çıkmasın diye onlar adına kararlar alır vs. yani yararlı birşeydir. Bu arada öyle doğdu moğdu yok. Yerden bitti.


Şaka bir yana bunlar örgüt üyeliği kanıtları. Bunlardan birkaç tane daha var. Kabul etmeli ki bazıları tartışmalı. Haklı nedenleri olanlar vardır elbet ama bunlar benim garip bulduklarım.
Tabii ki yanıldığım, yanlış anladığım yerler olabilir ama yorumlamak sana kalmış.

Tamamına bakmak için
buraya tıkılayabilirsin.

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"A desperate disease requires a dangerous remedy."

(Guy Fawkes)

Ütopyalar ve Distopyalar...

Neden ütopyalar hiç amacına ulaşamaz, insan hayatında bi gerçeklik halini alamaz. Bir başka açıdan bakacak olursak soruyu şu şekilde de sorabiliriz; Neden distopyalar gerçekleşir ama ütopyalar gerçekleşemez, hep bir masalmış yada iyi dileklermiş gibi kalır.

Bunun için insan hayatına ve toplum yapısına bakmak gerek sanırım. Tabii ki bu iki etmen bir bütünün sadece parçaları. Ama içinde insan ve toplum kavramları geçtiği için, daha çok müdehale edilebilir, yönlendirilebilir bir hali var.

İnsan küçüklükten beri kötü durum senaryoları için hazırlanır. Genel yönlendirme ya da "eğitme" bu yöndedir hep. Büyüklerin anlattığı hikayeler, verdikleri nasihatler büyük çoğunlukla "başınıza kötü bir şey gelmemesi" içindir. Aynı oranda başınıza gelebilecek iyi şeylerden bahsedilmez, onların gerçekleşmesi adına nasihatlar verilmez pek. Bıçağın iki yüzünü de görmeniz istenen sözlerdir bunlar. Ama sizi hep keskin kenarın öneminden bahsedilir, kantarın topuzu hep o tarafa kayar. İster istemez kötüye yoğun hazırlanma çabası içerisine girilir, haliyle de etraftaki kötü şeyler göze batar hale gelir. Onu arara hep insan gözü. Bunca sene hazırlığını yaptığı savunmalarını uygulayabilmek için.

İnsan evladına, birey olarak yapıldığı gibi topluma da ulaşılması hiç bir zaman mümkün olmayacak "yüce erdemler" aşılanır. Medeni ve gelişmiş bir toplum olabilmenin şartlarıdır bunlar kağıt üzerinde. Toplum bu iyi niyete programlanır insan gibi. Eğer insanın toplumun en küçük parçası olduğunu ve toplumu oluşturduğunu düşünürsek hiç de zor değildir birşeyler aşılamak.

Bu ikisinden birinin programlanması bir diğerini etkiler kaçınılmaz dercede. Kendisi içinde paradoks oluşturur. Eğer birey üzerinde hakimiyet kuramazsanız toplum üzerinde kurarsınız. İçinden hangisinin boyun eğdirilmesi mümkünse, kaçınılmaz olarak diğeri de boyun eğmek zorunda kalır. Bu bir bütünün parçaları olmak durumu, aynı zamanda parçaların bütünü oluşturması gibi bir zorunluluk getirir. İşte toplum vicdanı denen şey buradan doğar. Toplu olarak zorunlu olduğunuz ve birey olareak zorunlu olduğunuz durumlar ayrı iki bilincin oluşmasına neden olur. İkisini de birbirinden bağımsız olarak düşünmeniz imkansız hale gelir, çünkü olayın başında birey olarak size zaten toplumun kutsallığı pompalanmıştır, bu kutsallığı bozmamak için kendi değerlerinizden feragat etmeniz gerektiğini düşünmeye başlarsınız. Bu demokrasinin görünmeyen yüzlerinden birisidir.

Konuyu fazla dağıtmadan 2 paragraf öncesinden devam edersek, topluma aşılanan bu toplumsal erdemler de, bireyde olduğu gibi kollektif bir şekilde korunmaya alınır. Bozulmaması için dikkat edilir. Bu yüzdendir, herhangi bir hükümet karşıtı eylem yada genel toplum yapısı dışında bir düşüncenin ortaya çıkması durumunda mahallecek "bölücülerin" cezalandırılması. Teyzelerin gelip "niye bölücülük yapıyorsunuz" diye azarlaması. Toplumda aynı şekilde değerlerini korumak için kendisinin bekçisi haline gelir. Hiç bir şey olmasa bile, bu birey içinde geçerlidir, arada öğretilen savunmayı gerçekleştirmek ister. Sorun içinde sorun yaratır. En ufak bir şeyin bile bu "kutsallığı" bozacağı düşüncesiyle aşırı tepki vermeye başlar. Gözleri onu arar sokaklarda. Çünkü bu savunmayı kullanamazsa, öğretileni bir yerde değerlendiremezse, öğrendiği şeyin doğruluğunu kanıtlayamayacaktır. Bu da bir itkiyle kutsallaşan, kendi içinde yüceltilen bu mitin işlevsiz olduğunu düşündürecektir. Bu yüce erdemler yıkılacaktır. İşlevselliği kanıtlamadıktan sonra, kutsallığın yıkılmasına etki edecek eylemler olmadıktan sonra neye yarar kutsal olması, nereden anlaşılır onun kutsallığı.

Bu önceden öğretilen, kendiliğinden büyüyen kutsal erdemler, liderlerin bilinçli veya bilinçsiz yaptıkları en büyük oyunlardan birisidir. Dayatılan şeyler bir süre sonra, alışkanlık haline gelir. İnsan yapısı, baş edemeyeceği yerde alışmaya ve içselliştirmeye müsaittir. Haklı olarak bu acıyı hafifletme çabasıdır. Fakat bu hala bunun bir oyun olmadığını göstermez. Bu dayatma ve alıştırma başarıldıktan sonra, birey ve topluma bu erdemlerin kendi ürünü, bir nevi gelenekleri olduğu pompalanmaya başlar. Artık başınızda birisinin beklemesi gerekmez, kendi içinizde halledersiniz bu işi. Kendi kendinizin hem bekçisi hem köpeği olursunuz. Kavramsal olarak bunu aşiret mantığı ve töre cinayetlerine de benzetebiliriz.

Bütün bu dayatmalar ve kurallar sinsilesi, kısaca kendisini doğrulamak için kullanım alanları arar, bulamadığı yerde yaratır. Bu yüzdendir hep herşeyin kötüye gitmesi, kötünün yaratılması var edilmesi. Bu uzun hikaye belki de tek haklı ve mantıklı olan kötü olmadan iyinin, yada tam tersi, anlaşılamayacağıdır. Kısaca toplum kendini doğrulamak, erdemlerin haklılığını ortaya çıkarmak için kendine kötüler yaratır.

Bu yüzdendir ütopyalar hep masal kalır, bunlara ulaşma çabaları otokontrol sağlama yollarından birisidir ve bu yüzdendir hayatın giderek distopyalaşması, bu güne kadar hep yanlış anlatılmıştır hayatın bir mücadele olduğu.

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...

“The world began without man, and it will complete itself without him.”

(Claude Levi-Strauss)

Klasikleşen 50 film Sahnesi...

Empire sinema dergisini eminim sinema tutkunarı biliyordur. Türkiye'de de bir süre yayınlanıp sanırım yayından kalktı. İngiltere menşeili bir dergi, bildiğiniz üzere. 1989 yılından beri piyasada. E bu kadar uzun sayılabilecek ömrü olan dergi de sanırım, belirli bir okuyucu kitlesine sahip, tutarlı bir dergidir. Kalıcılık, özellikle medya sektöründe, belli bir saygınlıkta getiriyor beraberinde.

Her yılda "en iyi film", "en iyi oyuncu", "en iyi senaryo" ve "en iyi görüntü" gibi alanlarda anketler düzenleyip yayınlıyor. Her ne kadar böyle anketlerin güvenirliğinden şüphe etsemde filmlere bakınca, bana adilmiş gibi geldi.


Şimdi de "klasikleşen 50 film sahnesi"ni seçmiş ve yayınlamış. Çoğu izlediğiniz filmler ve görünce hak vereceğinize inandığım filmler.


Akira


1988 yapımı bir animedir, bilen bilir. Vakti zamanın da Hollywood sinemalarında gösterime girmiş ve büyük bir etki yaratmıştır. Japonya'nın, dünyaya açılmasını sağlayan, anime-manga kültürünün giriş kapısıdır. Aynı zamanda tamamı el çizimi olup, tamamlanması 8-10 sene sürmüştür.





Alien


Unutmak mümkün değildir benim açımdan. Zira ilk izlediğimde baya bir aklımı almışlığı vardır. Aynı zamanda serinin birkaç filmini saymazsak bilim-kurgu adına temel taşlardan birisidir. 1979 yılın da çekilmiştir.







Casablanca


Biraz daha eski bir film. Kimi için sıkıcı denebilir. 1942 yapımıdır bu eser. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların elinden kaçan bir adamın Casablanca macerasını anlatır. Film-Noir (Kara Film) denilebilir bir bakıma. Filmi unutsanız bile her filminde devamlı sigara içen Humphrey Bogart efsanesini unutamazsınız.




A Clockwork Orange (Otomatik Portakal
)


Film izlediğini iddia edip de izlemeyen var mıdır şu dünyada bilemiyorum. Hikayesini Burgess'den alan, yönetmenliğini de efsaneler arasında yer alan Kubrick'in yaptığı, 1971 yapımı bir sistem eleştirisidir. Fazla söze gerek yok.







Star Wars (Yıldız Savaşları)


Bu filmin girmemesi hayret verici olurdu. Dünyada milyonlarca fanı varken, hem sinema adına hem fantastik bilim-kurgu adına kapıları aralayan bir yapıttır. Hikayesini bilmeyen yoktur. Bir George Lucas klasiğidir. Aynı zamanda, kişisel olarak hikayeyi nasıl bağladı diyerek kulaklarını çınlattığım kişidir.





The Exorcist


1973 yılında çekilen, akılları baştan alan bir filmdir. Bir çok filme ilhan kaynağı olmuş, devamı geldikçe gelmiş, hatta ülkemizde de "Şeytan" adı altında bir "karamizah" uyarlaması da çekilmiştir. Korku sinemasının klasikleşen ve klişeleşen örneklerindendir.






Old Boy (İhtiyar Delikanlı)

Kimin ahını aldın dedirtecek bir intikam hikayesidir. 2003 yılında Chan-wook Park bizlere kazandırmıştır. Bir üçlemedir aslında. Diğer filmlerinin (Sympaty of Lady Vengeance, Sympathy of Mr. Vengeance) bu kadar etki yapıp yapmadığını bilemiyorum. Sinemasal yanı dışında çekicin nasıl kullanıldığını da cümle aleme göstermiştir.




Psycho (Sapık)


Sinematarihinin olmazsa olmazlarındandır. Gerilimi klasikleştiren ve bana göre "al da at" dercesine kuramını ortaya koyan Alfred Hitchcock 1960 yılında armağan etmiştir bu filmi. Filmden sonra filmin yıldızı olan Anthony Perkins uzun süre etkisinden kurtulamamış, akabinde psikolojik tedavi görmüştür bir süre.







Geri kalan 42 film karesi için buraya tıklaman senin içinde hayırlısı olur. Bende şimdilik bu kadar.
 
Related Posts with Thumbnails
© 2009 - Bir İnsanı Sevmekle Başlar Herşey.. | Free Blogger Template designed by Choen

Home | Top