Zombi Olsun İster Çamurdan Olsun...


Dellamorte Dellamore (Cemetery Man)

Yönetmen: Michele Soavi


1996


Zombi filmlerine oldum olası hayranım. Buldum mu izlerim. Bu iyiymiş, bu kötüymüş demem. Acayip bir tutku. Bilen bilir. Yaşayan Ölülerin Gecesi (Night of the Living Dead) ile başlayan bir sevdadır bu.

iyi yapılırsa izlenir, kötü yapılırsa müthiş eğlencelik çıkar.

Edgar Wright'ın yönettiği Ölülerin Şafağı (Shaun of the Dead) filmini bilmeyen yoktur. Klişeleri tiye alan bir zombi parodisi.

Dellamorte Dellamore de onu andırıyor. Ciddi ciddi absürd bir zombi filmi. İngilizcesi "Cemetary Man" yani mezarlık bekçisi. Muhtemelen sokağın köşesindeki cdcide, bir kenarda, kapağının rengi solmuş olarak duruyordur.

Gelelim konusuna; mezalıkta bekçilik yapan kahramanımız Francesco Dellamorte (Rupert Everett) gündüz ölü gömme gibi rutin işleri yaparken, gece uğraşları tamamen değişir. Mezarlık geceleri daha bir gizemli hale dönüşmektedir. Geri gelenlerle uğraşan kahramanımız artık erme noktasına gelmiştir. Dünya'nın geri kalanında da böyle şeyler olup olmadığını merak etmekte, kimseye birşey söyleyememekte ve içi içini yemektedir. İçi içini yerken de geri gelenleri tekrar göndermekten de geri durmaz. Geceleri kulübesinde kırık bir kafatasını, yap-boz misali birleştirmektir hobisi.

İçinde garip bir aşk da barındırır film. Sağından solundan çıkan göndermeler, metaforlar da cabası. Bir yerinde de "Hadi bakalım, kolay gelsin" parçası çalmakta, insanın tüylerini diken diken etmekte, alacakaranlık havası yaratmaktadır.

Ufak bir not: Çizgiroman kahramanı Dylan Dog, Rupert Everett'in canlandırdığı Francesco Dellamorte karakterinden esinlenmiştir. (yada tam tersi)

Yasa-ma, Yürüt-me, Yargı-lama...

Birkaç kişi toplanır. "Memleket için bunlar doğrudur, böyle olmalıdır, böyle olacak" derler. Alacağınız ekmekten tutunda, basacağınız çime kadar planlarlar. Buna "yasama" denir.

Yapabileceklerinizin sınırı belirlendi ama sorun bitti mi? Hayır. Bu birkaç kişi, diğer birkaç kişiyi görevlendirir. Derler ki bu kuralların doğru düzgün yürüyüp yürümediğini kontrol edin. Bizde o sırada size kontrol edilecek yeni kurallar koyalım. Buna "yürütme" denir.

Tekrar birkaç kişi daha tutulur. Onlara da "Biz kanunu koyuyoruz, onlar bunu denetliyor, sizde insanlar "çimlere basıyor mu basmıyor mu ? Gidin onu kontrol edin" denir. "Basıp basmadıklarını, belirlediğimiz kurallara göre değerlendirin, basılan çimlerin kanını yerde koymayın" denir. Buna da "yargı" denir.

Bunlar her nekadar birbirine bağlı gibi görünseler de kısmi iktidarları gereği herbirisi bir güçtür. Birbirlerinden sorumlu olmalarının yanısıra, kendi içlerinde ve işlerinde bağımsız hale gelirler. (verilen yetkinin sorumluluğu saptırıcıdır ya da gücü elinde bulunduran onun karakterini belirler)

Eğer bunlardan birisine üyeyseniz ya da üye olan birisini tanıyorsanız, sırtınız bırakın yere gelmeyi, omuzlardan düşmez. Hiyerarşi oluştukça ve kademeleri arttıkça güç dağılımı dengesizleşir. Merkezi yönetimden uzaklaşılır, herkez kendinin efendisi olur, herkeze kendini önemli hissettirecek yetkiler verilmiştir. Gücün dışarı çıkması kaçınılmazdır.

Nereden nereye... Cumhurbaşkanı Gül'ün hakkında "kayıp milyon davası"nı tekrar gündeme getiren, Başbakanı terörist başına "sayın" dediği için soruşturma açan savcılar görevden alınmaya çalışıyor. Meslekten çıkarılmaları için gerekli yerlere başvurularda bulunulmuş. İktidar olmak zor iş...

Beşirden Beşire Fark Var...


Memleketimde İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) 25. Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) toplanıyor. Bildiğimiz, bilmediğimiz, bilip de sallamadığımız bir çok müslüman ülke temsilcisi yağmur olup yağdı.

Gösterinin yıldızı tabii ki El Beşir, Sudan Devlet Başkanı. (Türkçe'nin gözünü seveyim. Yanlış anlaşılmasın, serbest çağrışımın esiri oldum. "Sudan" biraz düşününce komik geldi)

Kötü bir üne sahip. Orta-Doğu ve arap ülkeleri arasında iyi bir üne sahip olan azdır. El Beşir bunların ağababalarından birisi anladığım kadarıyla. Gözlerin görmediği Darfur'un sorumlusu. Orduyu halkın üzerine yığan, Cancavid milislerinin tasmasını çıkaran lider olarakda biliniyor.

Nedir bu Darfur meselesi? Kısaca bu "efendi", darbeyle başa geliyor. Sıkı yönetimi pompalıyor azbiraz. Tabii ki zırt pırt karışan "jandarma devletler"in de bunda rolü büyük. Ne zamanki memlekette petrol çıkarılmaya başlıyor, baskılar ayyuka çıkıyor. Halk açlıktan kırılırken Sudan petrol zengini, sonradan görme ülkeler arasına karışıyor. Halk petrol gelirini bölüşemiyor ama çığlıkları, açlığı bitmeyen yolları bölüşüyor.

BM (Birleşmiş Milletler-Pisleşmiş Milletler) bu adamı suçlu olarak görüyor ve hakkında yakalama emri var. Neden bize dert oldu? Neden söyleyeyim. Bu zatın ülkemize gelmesi dış mihrakları rahatsız etti. Hemen nota verdiler uyarı yaptılar. Resmi olmayan kaynaklardan alınan bilgiye göre, resmi olmayan şekillerde gelmemesinin daha iyi olacığı söylenmiş sanırım.

Açıklama 1: Cumhurbaşkanı Gül "Onlar niye karışıyorlar ki, onları ne ilgilendirir, kim kime nota veriyormuş"
Soru: Bunun doğuracağı sonuçları merak etmekteyim. Doğu'ya yönelme eleştirilerine bu kadar tepki veren bir hükümetin, yıllardır politikasını belirlettiği batıya "posta koyma"sı nedendir? Davos sonuçları orta da olduğu halde hala neden bu "delikanlılığın" arkasına sığınılmaktadır. Delikanlılıkla yürütülen bir dışişleri politikası örneği var mıdır?

Açıklama 2: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan " Müslüman ülkeler böyle bir şey yapmaz, soykırım yapmaz"
Soru: Yakın zamanda olan Irak-İran savaşı iki müslüman ülkenin birbirini kırması, bu açıklamadan yola çıkarak, ne demek oluyor? Sudan'a yardım gönderen bir ülkenin başbakanı olarak, duyarlılık göstererek insani yardımı kendi elleriyle götüren bir başbakan olarak, "Ben orada öyle bir şey görmedim" demek, nasıl bir çelişkidir?

Devamlı bir çelişki içerisinde açıklamalar duyuyorum ya da bana öyle geliyor. Anladığım kadarıyla ortada hiç bir şey adına net bir görüş yok. Bakkal terazisi gibi halk ne tarafa yüklenirse o yönde açıklama yapılıyor. yukarı çıkanın üstüne basılıyor, aşağı inenin elinden tutuluyor, taa ki tam tersi olana kadar. Böylece devam ediyor hikaye.

Tavernalarda piyanis şantöre peçete içinde şarkı isteğinde bulunulur ya o geldi aklıma. Yazın bir peçeteye gündemi belirleyin, bu gündem tüm sevdikleriniz için gelsin...

Yeni Önlükler...


Yeni okul önlükleri artık böyle olacak. Şaşırdın mı, şaşırma. Okuduğum olaya aşırı tepki vermek istedim.

Haberi aynen aktarıyorum efendim.

"Zile İlçesi'ne bağlı Evrenköy Beldesi'nde eğitim gören ana sınıfı öğrencisinin önlüğünün üzerine koli bandı ile yapıştırılarak bırakılan ‘İhtiyaç listesinde alamadığınız eksiklikleri lütfen biran önce temin edip gönderin' notu üzerine öğretmen hakkında soruşturma başlatıldı.

Zile'ye bağlı Evrenköy Beldesi İlköğretim Okulu ana sınıfında okuyan 6 yaşındaki öğrenci beldede çekim yapan yerel tv tarafından görüntüledi. Öğrencinin önlüğünün ön tarafına koli bandı ile öğretmeni tarafından yapıştırılmış olan, “İhtiyaç listesinde alamadığınız eksiklikleri lütfen biran önce temin edip gönderin” yazılı not şaşkınlık yarattı. Ana sınıfı öğrencisi, bu notu kendisine annesinin okuması için öğretmeni tarafından yapıştırıldığını söyledi." (kaynak)

Ne öğretilmeye çalışıldı acaba öğrenciye.

İhtiyaç listesi de ne ola ki. Hani parasız eğitimdi? Memleketim de kayıt parası veremediği için okul temizlettirilen mi ararsın, öğrenciyi fişeyip onurunu kıran mı arasın, hepsi var çok şükür. Hala görmeyip inkar etmeye devam edin.

Yorumsuz mu? Değil tabii ki. İçimden yapıyorum şuan yorumu...

Kader de Varmış...

Şansa inanan kadere inanmaz, kadere inanan şansa inanmaz. Birisi hayatının "zar atmaya" bağlı olduğunu düşünmek istemez, zor gelir bu kadar değersiz ve rastgele oluşu. Diğeri de yazılmış bir hikayenin kahramanlarından birisi olduğunu kabul edemez, bu daha da değersizleştirir insanı.

Unutulan kısım ya da yanlış anlaşılmaya müsait olan kısım olasılıklılıktır. (genel de insan evladı 2 seçeneği daha kolay benimser, ya o ya o olmak daha basittir. Bir kelimeye bakar. 3. seçenek sadece kafa karıştırır, mantıklı olsa bile. Uğraştımayın adamı)

Eğer kader ve şansdan birisini seçmek zorunda kalsaydım, şansı seçerdim. Bilmediğim bir hikayeyi oynayıp, başıma gelenleri koşulsuz kabullenmektense, en azından seçeneklerini bildiğim bir yolda yürüyüp, sorumluluklarımı kısmen de olsa almak daha mantıklı gelir.

En azından atacağınız zarda kaç yüz olduğunu ve yüzlerde ne olduğu hemen hemen bilirsiniz. Diğerinde ise zarlar çoktan atılmıştır. Size sadece yürümek kalır. "Yürü ya kulum" sanırım buradan geliyor. Ne hak iddia edebiliriniz, ne düşünce belirtebilirsiniz. Seçenekleri biliyor olmak, bunlardan birisini kısmen bilinçli olarak seçiyor olmak insana güven verir, diğerin de rüzgarda sallanan yapraktan farkınız yoktur.

Seçeneklere göre alternatif müdehale yolları yaratabilirsiniz veya seçtiğiniz yol yüzünden başınıza gelenlere katlanabilirsiniz. Kader de herşey belirlenmiştir. Ne yapsanız değiştirme imkanınız yoktur. Küçüldükçe küçülür, zorunlu katlanmaya zorlarsınız kendinizi.

Sorumluluğun kısmen sizde olması daha çok acı getirir, kaderci olup takdiri başkasına bırakmak acıyı hafifletir. Birisinde kabahatliyken diğerinde sanki hiçbirşey yokmuş gibi davranabilirsiniz.


En son bir kazada insanlar kaderimiz böyleymiş şükür dediler. Kader bunu getirir. Koşulsuz şükür mekanizması.

Duvarları Yıkmak...

Duvarları yıkmak aklınız, fikriniz ne yönde olursa olsun, insana acayip bir enerji, çoşku, bir zafer duygusu verir. İster istemez kafalardaki simgeleri de yıkmış olursunuz. Görünen her ne olursa olsun herkez o duvara vurduğu darbeyle, kendi duvarını yıkar.

Bu sıralar, soğuk savaş döneminin simgelerinden birisi olan ünlü Berlin Duvarı'nın yıkılışının 20. yıldönümü kutlanıyor. Bozuk televizyonumuzdan hatırladığım görüntülere benzer görüntüler, temsili olarak aynı çoşkuyla yaşandı. Vakti zamanının soğuk savaşın soğuk liderleri de katıldılar bu temsile. Korkunun diktiği bu duvarı beraber yıktılar.

Buzdağının görünen kısmı her zamanki gibi çok romantik. Bu duvarların yapılması ve yıkılması hiç bir zaman halkların isteği olmamıştır. Görünenin aksine. Bu her zaman liderlerin kibirlerinin sonucu olmuştur. Herkez kendi iktidarını korumak adına "haklarını" kafeslere kapatmıştır. Şunu öğrendim ki bir çok kişi bu duvarın yıkılmasından pişman.

Halkların bu senaryoda ki tek rolleri ekonomik değerleri ve değerlendirilme kapasiteleridir. Klasik duygu durumları orada da yaşandı, akrabalarından dostlarından ayrıldılar, her iki tarafta kendi rejiminin baskısından kaçmaya çalıştı. Şimdi görülüyor ki keşke Doğu Almanya'dan kaçmasalarmış. Kapitalizm o kadar da güzel bir şey değilmiş. Ekonomi liberalleştiği zaman olan buymuş.

Kominist veya kapitalizmin savunucusu değilim hiç olmadım ama şunu biliyorum ki halklar istikrardan yanadır her zaman. Sistemlerinin değişmesi hoş görülmez her ne kadar baskıcı olsa da. Bu baskıya alışınca insan evladı değiştirmek istemez bunu. Yeni alışkanlıklar edinmek istemez. Evet, özenir komşusuna ama komşusu gibi olmak zor gelir.

İki sistemi karşılaştırdığınız zaman kominizmin istikrarı tartışılmaz. Evet, kısıtlı bir ekonominiz vardır, özgürlükleriniz devletin izin verdiği oranda kalır her zaman, her türlü propagandanın esiri olursunuz ama önemli olan kısmı, bunlar değişmez. Sağlanan imkanlarda değişiklik yoktur, olsa bile bu değişim kitlesel olması bakımından adildir. Haksızlığa yer verilmez. Herkez devlet karşısında, tabii ki vatandaş olarak, eşittir. Toplu bir haksızlık ve toplu bir eşitlik vardır. Eğitiminiz, sağlığınız, kültürünüz eşittir.(yoğun kontrol bunu gerektirir) Değerinizi, devlet ideolojisine bağlılığınız kanıtlar. (Bu bağlılık aynı zamanda, yanında bir çok ikiyüzlülüğü de getirir katılıyorum)

Gelelim Batı Almanya'ya, kapitlist bir ekonomi, devlet düzeni. Burada değişen nedir? Burada devletin baskısı artık tamamen ekonomik olmaya başlar. Artık devletin izin vermesi gibi bir şey yoktur. Devlet sistemi tamamen ekonomi üzerine kuruludur. Özgürlükleriniz artık ekonominizin elverdiği ölçüdedir. Şuan bizimde içinde bulunduğumuz durum gibi. Devlet "mal" gözüyle bakmaya başlar, değeriniz ne kadar para ettiğine ve özgürlüğünüz ne kadar ucuza maledildiğine bağlıdır. Devamlı kazancı hedefleyen bu sistem, tamamıyla değişkendir. Alışmak veya barınmak söz konusu olmamaya başlar. Değriniz devlet standartlarına göre belirlenir. Doğal olarak kimse eşit değildir, hiçbir konuda. Eğitiminiz ve sağlığınız ne kadar varlıklı olduğunuzla alakalıdır. Gelişmişliğiniz devletin umrunda değildir. Para etmediği sürece.

Kominizmdeki bir avuç adamın idealinin esiri olmak, kapitalizmde aynı bir avuç adamın kölesi olmaya döner. Kominizmdeki iktidar propagandası, kapitalizmde tüketim propagandasına döner. İlkinde devlet düzeni üzerinizde baskı kurarken, ikincisinde ekonomik düzen baskı kurmaya başlar. Söylevler değişir.

Aynı zamanda kapitalizmin en büyük oyunlarından birisidir, özgür olduğunuzu düşünmenizi sağlamak.

Devamlı tüketime zorlanan, özgür olduğunu sanan ve bir çok imkandan eşit olmayan bir şekilde yararlanan, en ufak bir bollukta komşusunu gömen, açlıkta da kimse yanında olmadığı için şikayet eden bir toplum olmak mı, yoksa komşusuyla aynı kaderi paylaşan, sağlanan imkanlardan herkezle eşit oranda yararlanan, izin verilen ölçüde özgür olan, aç bırakılmayan ama söz söylemesi de yasaklanan bir toplum olmak mı? Mesele budur.

Çoğu toplumun umrunda da değildir aslında bunlar. Sadece barınmak ve beslemek yeterlidir. Burada da devreye istikrar girer. Karş
ılaştırmayı siz yapın.

Duvar yıkıldı evet ama şu an, dikildiği zamandan daha çok insan kaldı altında. Duvarın üstünde olduğunu sanarak, sandırılarak.

Sporun ve Sporcunun Dostu...



Memleketimde herkes sporcu. Sağlam kafa sağlam vücutta mı bulunur yoksa sağlam kafaya sağlam vücut mu gerekir bilemedim?

Japon, Sushi ve Dünyaya Etkileri...

II. Dünya Savaşı'na kadar katı bir disiplinlinle, samuray soyundan gelen savaş lordları (Warlords) tarafından yönetilen Japonya, 1945'te yediği 2 adet atom bombasının ardından, şüphesiz savaşın en yenik tarafı olmuştur. Nüfusunun büyük bölümünün yok olması, gelecek kuşakların da etkilenmesi, hem ekonomik hem de duygusal olarak yıpranmalarına neden oldu.

Peki ondan sonra ne oldu? Ne oldu da Japonya bu hale geldi. Hala okullarda, devlet sevgisini aşılamak için Japonların mesai saatinden sonra, 1 saatte ülkeleri için fazla mesai yaptıkları anlatılır. Özendirmek için. Eğer öyleyse bir şey varsa, bunun normal ve gerekli bir davranış olduğu söylenebilir Japonya için. Peki bu kadar acı çekmeye, birden düşmeye ve özveriye rağmen bu kültürel çöküntü nereden geldi gerçekten merak ediyorum.


Belki de bu zamana kadar bu kadar katı, kapalı yönetilmesinin, birden dünyaya açılınca genç nüfus üzerine ters etki yapmasıdır. Fazla basıncın kazanları patlatması gibi, Japon gençliği de patlamıştır belki tam olarak bilemiyorum. Ortaya çıkan genç nüfusun beğenisi, tarzı, sinema sektöründeki yapıtları, tv programları son derece ilginç. Her türlü aşırılığı görmek mümkün. Serbestçe yapabiliyorlar, kendi doğal süreçlerini oluşturuyorlar. Bir çok toplum da "ayıp" olan şeyleri neşe içinde yapabiliyorlar.


















Meşhur "çıplak kadın bedeni üzerinde suşi yemek" olayını kesinlikle duymuşsunuzdur. Bir bayan uzanıyor üzerinde siparişlerinizle, sizde en güzel kıyafetlerini giyip, hanımızı da yanınıza alıp öyle felekten bir gece çalmak için ya da bir iş toplantısı için böyle bir yere gidebiliyorsunuz.

Şimdi bu Türkiye'de de başlamış. Yaşınız 18'den yukarı ise, yani reşit iseniz ve cebinizde 350 dolar gibi bir para var ise böyle bir yerde yemek yiyebiliyorsunuz. Hatta abartıp bayanın göbeğine mum dikip, romatik müzik eşliğinde sevgilinize evlenme teklifi bile edebilirsiniz. Kesinlikle unutamayacağı bir teklif olur.

Durum budur. Yorumlamak size kalmış.

Memleketimden İnsan Manzaraları...

"Lenin işlemeli duvar halısı"

Bunun ne gibi bir tehlike oluşturduğunu anlayamadım. Bunu neredeyse, yakın zamana kadar bütün Rusya asıyordu. Şimdi domates satmak ve ucuz doğal gaz almak için peşinden koştuğumuz Rusya.


"Karl Marks’ın ‘Komünist Manifesto’su"


Okumak tabii her zaman tehlikelidir. Bunun okuyup da, anlayıp da arkasından gidebilecek kişi zaten azdır. Bunu okuyup, başkalarına özendirici bir şekilde anlatıyor olmaksa başka bir mesele.


"ODTÜ’de geleneksel hale gelen stadyuma ‘Devrim’ yazmak"


Bütün ODTÜ'yü alıp götürmek lazım bunun için. Bir kelimeden bu kadar korkuyor olmak, bunu şu an da görebilirsiniz. "Darbe" kelimesinden bahsetmek bile ne kadar tehlikeli, kaldı ki üzerine bir de bundan bahsedeceksiniz. Şuan o kadar şikayet edilen ve sivil olmadığı söylenen darbe anayasının sorumluları dışarıdayken biraz abes oluyor.


"İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’nde slogan atmak"


Sakın slogan atma. Attığın slogan şöyle olmalıydı: "Yaşasın işsizlik, yaşasın yoksulluk, yürü be zam aslansın, emek kimin umrunda, barış diye bir arkadaşım var, demokrasi geldi haaanıım".


"Üzerinde ‘orak çekiç ve yıldız’ bulunan uçurtma"

Adı üzerinde uçurtma. Uçmuş yani. Daha reşit olmamış bir veledin, böyle bir uçurtma uçurarak bir devrim hareketi başlatması kaçınılmaz tabii. Zamanında müdehale edilmiş. İpi yapan fabrika ve uçurtmaya malzeme olan muşambanın üretildiği yer de aranmalı.


"Kürtçe türkü kaseti"

Bu biraz tartışmalı kabul ediyorum. Ama açılım zamanı çok garip.
Kontrollü açılım.

" ‘Canım benim’le başlayıp “Nazım”la biten not kâğıdı"

Kimseye canım demem. Eşime adıyla hitap ederim. Oğlumun ismini ise kesinlikle Nazım koymayacağım. Mezarını getirmeye çalıştınız o kadar. Onu nereye koyacaktınız ki.


"Taksim’deki 1 Mayıs’a katılmak."

Taksim'de 1 mayıs mı olur? Hem 1 Mayıs ne onu anlamadım. İşçiler neden haklarını ister aklım hiç almıyor. Çalışıyorsunuz ya daha ne.


"‘Geleneği Yaşatalım, Geleceği Yönetelim’ başlıklı sinevizyon gösterimini ve ‘Denizleri Anlamak’ konulu söyleşiyi düzenlemek"

İçeriğini bilmiyorum belki o açıdan bir sorun olabilir. Gelgelelim bir söyleşi dinlemek ve birini anlamak en büyük suçlardan birisi onu bilirim.


"Ev ev gezip Atılım gazetesi ve Özgür Gençlik dergisi satmak."

Dergileri hiç okumadım, içeriğini bilmiyorum ama sizin kapınıza hiç, tarikatlerden birileri gelmedi heralde. Bu güne kadar 3 dinin de misyonerine rastladım. Ama hiç birinin başına bir şey geldiğini duymadım.

"Kızılay’da yapılan açıklamada ‘Kriz var kriz, devrim yapmalı’ diye slogan atmak."

Kriz yok, kriz yok.


"YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım 2008’de ‘YÖK’e Hayır’ rüyüşüne katılmak, “YÖK, postal seslerinin yarattığı uğultu içerisinde doğdu” başlıklı bildiriyi okumak."

YÖK gayet gerekli bir kurumdur. Üniversitelerin her şeyini kontrol eder, onlara iş çıkmasın diye onlar adına kararlar alır vs. yani yararlı birşeydir. Bu arada öyle doğdu moğdu yok. Yerden bitti.


Şaka bir yana bunlar örgüt üyeliği kanıtları. Bunlardan birkaç tane daha var. Kabul etmeli ki bazıları tartışmalı. Haklı nedenleri olanlar vardır elbet ama bunlar benim garip bulduklarım.
Tabii ki yanıldığım, yanlış anladığım yerler olabilir ama yorumlamak sana kalmış.

Tamamına bakmak için
buraya tıkılayabilirsin.

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"A desperate disease requires a dangerous remedy."

(Guy Fawkes)

Ütopyalar ve Distopyalar...

Neden ütopyalar hiç amacına ulaşamaz, insan hayatında bi gerçeklik halini alamaz. Bir başka açıdan bakacak olursak soruyu şu şekilde de sorabiliriz; Neden distopyalar gerçekleşir ama ütopyalar gerçekleşemez, hep bir masalmış yada iyi dileklermiş gibi kalır.

Bunun için insan hayatına ve toplum yapısına bakmak gerek sanırım. Tabii ki bu iki etmen bir bütünün sadece parçaları. Ama içinde insan ve toplum kavramları geçtiği için, daha çok müdehale edilebilir, yönlendirilebilir bir hali var.

İnsan küçüklükten beri kötü durum senaryoları için hazırlanır. Genel yönlendirme ya da "eğitme" bu yöndedir hep. Büyüklerin anlattığı hikayeler, verdikleri nasihatler büyük çoğunlukla "başınıza kötü bir şey gelmemesi" içindir. Aynı oranda başınıza gelebilecek iyi şeylerden bahsedilmez, onların gerçekleşmesi adına nasihatlar verilmez pek. Bıçağın iki yüzünü de görmeniz istenen sözlerdir bunlar. Ama sizi hep keskin kenarın öneminden bahsedilir, kantarın topuzu hep o tarafa kayar. İster istemez kötüye yoğun hazırlanma çabası içerisine girilir, haliyle de etraftaki kötü şeyler göze batar hale gelir. Onu arara hep insan gözü. Bunca sene hazırlığını yaptığı savunmalarını uygulayabilmek için.

İnsan evladına, birey olarak yapıldığı gibi topluma da ulaşılması hiç bir zaman mümkün olmayacak "yüce erdemler" aşılanır. Medeni ve gelişmiş bir toplum olabilmenin şartlarıdır bunlar kağıt üzerinde. Toplum bu iyi niyete programlanır insan gibi. Eğer insanın toplumun en küçük parçası olduğunu ve toplumu oluşturduğunu düşünürsek hiç de zor değildir birşeyler aşılamak.

Bu ikisinden birinin programlanması bir diğerini etkiler kaçınılmaz dercede. Kendisi içinde paradoks oluşturur. Eğer birey üzerinde hakimiyet kuramazsanız toplum üzerinde kurarsınız. İçinden hangisinin boyun eğdirilmesi mümkünse, kaçınılmaz olarak diğeri de boyun eğmek zorunda kalır. Bu bir bütünün parçaları olmak durumu, aynı zamanda parçaların bütünü oluşturması gibi bir zorunluluk getirir. İşte toplum vicdanı denen şey buradan doğar. Toplu olarak zorunlu olduğunuz ve birey olareak zorunlu olduğunuz durumlar ayrı iki bilincin oluşmasına neden olur. İkisini de birbirinden bağımsız olarak düşünmeniz imkansız hale gelir, çünkü olayın başında birey olarak size zaten toplumun kutsallığı pompalanmıştır, bu kutsallığı bozmamak için kendi değerlerinizden feragat etmeniz gerektiğini düşünmeye başlarsınız. Bu demokrasinin görünmeyen yüzlerinden birisidir.

Konuyu fazla dağıtmadan 2 paragraf öncesinden devam edersek, topluma aşılanan bu toplumsal erdemler de, bireyde olduğu gibi kollektif bir şekilde korunmaya alınır. Bozulmaması için dikkat edilir. Bu yüzdendir, herhangi bir hükümet karşıtı eylem yada genel toplum yapısı dışında bir düşüncenin ortaya çıkması durumunda mahallecek "bölücülerin" cezalandırılması. Teyzelerin gelip "niye bölücülük yapıyorsunuz" diye azarlaması. Toplumda aynı şekilde değerlerini korumak için kendisinin bekçisi haline gelir. Hiç bir şey olmasa bile, bu birey içinde geçerlidir, arada öğretilen savunmayı gerçekleştirmek ister. Sorun içinde sorun yaratır. En ufak bir şeyin bile bu "kutsallığı" bozacağı düşüncesiyle aşırı tepki vermeye başlar. Gözleri onu arar sokaklarda. Çünkü bu savunmayı kullanamazsa, öğretileni bir yerde değerlendiremezse, öğrendiği şeyin doğruluğunu kanıtlayamayacaktır. Bu da bir itkiyle kutsallaşan, kendi içinde yüceltilen bu mitin işlevsiz olduğunu düşündürecektir. Bu yüce erdemler yıkılacaktır. İşlevselliği kanıtlamadıktan sonra, kutsallığın yıkılmasına etki edecek eylemler olmadıktan sonra neye yarar kutsal olması, nereden anlaşılır onun kutsallığı.

Bu önceden öğretilen, kendiliğinden büyüyen kutsal erdemler, liderlerin bilinçli veya bilinçsiz yaptıkları en büyük oyunlardan birisidir. Dayatılan şeyler bir süre sonra, alışkanlık haline gelir. İnsan yapısı, baş edemeyeceği yerde alışmaya ve içselliştirmeye müsaittir. Haklı olarak bu acıyı hafifletme çabasıdır. Fakat bu hala bunun bir oyun olmadığını göstermez. Bu dayatma ve alıştırma başarıldıktan sonra, birey ve topluma bu erdemlerin kendi ürünü, bir nevi gelenekleri olduğu pompalanmaya başlar. Artık başınızda birisinin beklemesi gerekmez, kendi içinizde halledersiniz bu işi. Kendi kendinizin hem bekçisi hem köpeği olursunuz. Kavramsal olarak bunu aşiret mantığı ve töre cinayetlerine de benzetebiliriz.

Bütün bu dayatmalar ve kurallar sinsilesi, kısaca kendisini doğrulamak için kullanım alanları arar, bulamadığı yerde yaratır. Bu yüzdendir hep herşeyin kötüye gitmesi, kötünün yaratılması var edilmesi. Bu uzun hikaye belki de tek haklı ve mantıklı olan kötü olmadan iyinin, yada tam tersi, anlaşılamayacağıdır. Kısaca toplum kendini doğrulamak, erdemlerin haklılığını ortaya çıkarmak için kendine kötüler yaratır.

Bu yüzdendir ütopyalar hep masal kalır, bunlara ulaşma çabaları otokontrol sağlama yollarından birisidir ve bu yüzdendir hayatın giderek distopyalaşması, bu güne kadar hep yanlış anlatılmıştır hayatın bir mücadele olduğu.

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...

“The world began without man, and it will complete itself without him.”

(Claude Levi-Strauss)

Klasikleşen 50 film Sahnesi...

Empire sinema dergisini eminim sinema tutkunarı biliyordur. Türkiye'de de bir süre yayınlanıp sanırım yayından kalktı. İngiltere menşeili bir dergi, bildiğiniz üzere. 1989 yılından beri piyasada. E bu kadar uzun sayılabilecek ömrü olan dergi de sanırım, belirli bir okuyucu kitlesine sahip, tutarlı bir dergidir. Kalıcılık, özellikle medya sektöründe, belli bir saygınlıkta getiriyor beraberinde.

Her yılda "en iyi film", "en iyi oyuncu", "en iyi senaryo" ve "en iyi görüntü" gibi alanlarda anketler düzenleyip yayınlıyor. Her ne kadar böyle anketlerin güvenirliğinden şüphe etsemde filmlere bakınca, bana adilmiş gibi geldi.


Şimdi de "klasikleşen 50 film sahnesi"ni seçmiş ve yayınlamış. Çoğu izlediğiniz filmler ve görünce hak vereceğinize inandığım filmler.


Akira


1988 yapımı bir animedir, bilen bilir. Vakti zamanın da Hollywood sinemalarında gösterime girmiş ve büyük bir etki yaratmıştır. Japonya'nın, dünyaya açılmasını sağlayan, anime-manga kültürünün giriş kapısıdır. Aynı zamanda tamamı el çizimi olup, tamamlanması 8-10 sene sürmüştür.





Alien


Unutmak mümkün değildir benim açımdan. Zira ilk izlediğimde baya bir aklımı almışlığı vardır. Aynı zamanda serinin birkaç filmini saymazsak bilim-kurgu adına temel taşlardan birisidir. 1979 yılın da çekilmiştir.







Casablanca


Biraz daha eski bir film. Kimi için sıkıcı denebilir. 1942 yapımıdır bu eser. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların elinden kaçan bir adamın Casablanca macerasını anlatır. Film-Noir (Kara Film) denilebilir bir bakıma. Filmi unutsanız bile her filminde devamlı sigara içen Humphrey Bogart efsanesini unutamazsınız.




A Clockwork Orange (Otomatik Portakal
)


Film izlediğini iddia edip de izlemeyen var mıdır şu dünyada bilemiyorum. Hikayesini Burgess'den alan, yönetmenliğini de efsaneler arasında yer alan Kubrick'in yaptığı, 1971 yapımı bir sistem eleştirisidir. Fazla söze gerek yok.







Star Wars (Yıldız Savaşları)


Bu filmin girmemesi hayret verici olurdu. Dünyada milyonlarca fanı varken, hem sinema adına hem fantastik bilim-kurgu adına kapıları aralayan bir yapıttır. Hikayesini bilmeyen yoktur. Bir George Lucas klasiğidir. Aynı zamanda, kişisel olarak hikayeyi nasıl bağladı diyerek kulaklarını çınlattığım kişidir.





The Exorcist


1973 yılında çekilen, akılları baştan alan bir filmdir. Bir çok filme ilhan kaynağı olmuş, devamı geldikçe gelmiş, hatta ülkemizde de "Şeytan" adı altında bir "karamizah" uyarlaması da çekilmiştir. Korku sinemasının klasikleşen ve klişeleşen örneklerindendir.






Old Boy (İhtiyar Delikanlı)

Kimin ahını aldın dedirtecek bir intikam hikayesidir. 2003 yılında Chan-wook Park bizlere kazandırmıştır. Bir üçlemedir aslında. Diğer filmlerinin (Sympaty of Lady Vengeance, Sympathy of Mr. Vengeance) bu kadar etki yapıp yapmadığını bilemiyorum. Sinemasal yanı dışında çekicin nasıl kullanıldığını da cümle aleme göstermiştir.




Psycho (Sapık)


Sinematarihinin olmazsa olmazlarındandır. Gerilimi klasikleştiren ve bana göre "al da at" dercesine kuramını ortaya koyan Alfred Hitchcock 1960 yılında armağan etmiştir bu filmi. Filmden sonra filmin yıldızı olan Anthony Perkins uzun süre etkisinden kurtulamamış, akabinde psikolojik tedavi görmüştür bir süre.







Geri kalan 42 film karesi için buraya tıklaman senin içinde hayırlısı olur. Bende şimdilik bu kadar.

Evrim, Evrin, Evri... Herkse Göre....

Şu evrimi artık kabul edin. Yok şöyleydi, yok böyledi diyerek, kutsal kitaplardan örnek vermeyi de bırakın. Kutsal kitapların neresi bilimsel. Adama deneyler, veriler sunuyorsun tonlarca, kitapta öyle yazmıyor diye reddediyor. Kardeşim sende bilimsel örneklerle savunsana, bunu söyleyince hayalgücünün elverdiği ölçüde kurguladığı garip mahluklarının yokluğunu örnek veriyor.

Yahu kutsal kitaplarda akıl-fikir adına birşey geçmiyor mu? Yanlış mı okuyorsunuz, okuduğunuzu mu anlamıyorsunuz? Anlamıyorum ki. Bilinmezlik üzerinden bilim yapıldığı nerede görülmüş cancağazım.

Birde ikisini birleştirmeyi de bırakın, ikisi de olsun diye bir şey yok. Bu bağdaştırma çabasının altında da, bence aksi ispatlanamaz bir gerçek olan evrimi de dine maletme çabası var. Vakti zamanında Galileo adlı biliminsanının dünya dönüyor demesini cezalandıran daha sonra da sırıtaraktan "biz biliyoduk ki kitapta da yazıyodu ama biz sölemedik ki, bizim kitap da herşey var ki" demesine benziyor. Artık önüne geçilemeyecek bir gerçek olmaya başlayınca hemen kendine maletme çabası, çok iğrenç bir tavır gibi görünüyor gözüme.

(Ayrıca din bilimleri lafı da acayip sinirlerimi bozuyor. Din bilimleri mi olur ya? Adı üzerinde metafizik, fizik ötesi- fizik dışı. İspatlanamaz, deneylenemez sadece inanılır. İnanmak ne derece kanıt oluşturur orası ayrı bir muamma.)

Gaz Parası...


Bundan sonra zam haberlerinde bu veledi kullanacağım. Duyunca benimde suratım böyle bir hal alıyor. Kısa ve öz olsun. Doğalgaza %50-%70 arası zam geliyor.

Kış gelince böyle köklüyorlar zammı kimsenin gıkı çıkmıyor, haberler öyle fısıltı gibi duyuruluyor, kuzu kuzu ödüyoruz. Yaz gelince de yarısı kadar indirim yapıyorlar, törenlerle kutlayıp seviniyoruz.

Gazozumuza ilaç mı atıyorlar ne oluyor anlamıyorum. Hem bu "doğal gaz" değil mi? Bunun neresi doğal.

Bulunmaz Hint Gazı !!!

Örnektir...

Yazmayacağım dedim ama yine yazdırdılar. Domuz gribi aşısı nihayet memleketimize teşrif etti. Sağlık bakanı da törenlerle aşısını oldu. Geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum. Dikkat çekmek istediğim husus bı konuda ki farklı söylemler.

Öncelikle, Sağlık Bakanı, aşı gelmeden önce, topluma vurulmaması yönünde tavsiye veren, örnek olan kişilere karşı dava açacağını, ölümlerden sorumlu tutabileceğini söyledi. Ardından aşı geldi kendisi vuruldu. Başbakanın da tabii ki vurulacağını, her gün yüzlerce kişiyle konuştuğunu, yüz yüze geldiğini ve risk grubunda olduğunu söyledi.

Bunu duyan Başbakan durur mu, hemen yapıştırdı lafı. Mecliste söyledi, ben vurulmayacağım, bakanım bunu düzeltsin kimse mecbur değil diye. Ardından bunu duyan sağlık bakanı durur mu? O da hemen yapıştırdı lafı. İsteyen vuruluri isteyen vurulmaz dedi. Daha sabah yapmış olduğu açıklamanın tam tersi bir laf ederek, zaten Başbakan risk grubunda değil, öncelikle risk gruplarına vurmak gerekiyor dedi.

Hangisini örnek alacağımı şaşırdım ben.

(Öncelikliler arasında hacıların da olması enterasan. Gitmeyiverip de aşının çocuklara, bebeklere vurulmasını isteseler, en azından işe yarayacağı şüpheli olan bu aşıdan daha fazla gelene kadar, haklarını onlara verseler, kimse okulundan, işinden kalmasa daha çok sevaba girmezler mi diye düşünüyorum. Ne yani hayatta ne yaparsan yap, Hacca gittiğin zaman aklanıyor musun? Bence aklanmıyorsun, bu hayatta işlediğin günahlarla birlikte dönüyorsun, tafaf ediyorsun, döndükçe de iyice dolaşıyor sana.)

Geceyarısı Ekspresi...


Midnight Express

Yönetmen: Alan Parker


1978


Yayınladığı zaman da, yayınlandıktan yıllar sonra da tartışma konusu olmuş, milletce tepki gösterilmiş bir film. Bunu temcit pilavı gibi, tekrar tekrar insanın önüne getirmenin anlamı yok ama kısaca değinmek istedim.

Amerikalı bir gencin, Türkiye'den uyuşturucu kaçırırken yakalanması ve Türk hapishanesinde başından geçenleri anlatan bir film. Başından geçenler ne peki? Türlü işkence ve insanlık dışı muamele. Israrla kurtulamıyor, yıllarını bu hapishanede acı çekerek geçiriyor ve sonun da kaçmayı başarıyor. Önemli olan orada geçirdiği süreç. Filmin konusu buna dayanıyor.

"Midnight Express"in çok tepki çekmesinin nedeni de bu. Hatta son zamanlarda İsrail-Filistin savaşını konu alan TRT dizisi "Ayrılık" ile karşılaştırıldı bir empati kurulması istendi. İsrail ile ilgili dış ilişkileri somut olarak çökertten olgulardan biri olduğu söylendi.

Gelelim film hakkındaki kişisel yorumlara. Hiç de milliyetçi duygulara sahip olmamama rağmen beğenmediğim bir film "Midnight Express". Hep iyi filmleri mi tanıtacağım. Hayır. Hapishaneler de işkence yapıldığını, bazı polis memurlarının haddinden fazla tepki gösterdiğini yalanlayacak, görmezden gelecek halim yok tabii ki. Şimdi bile örneklerine rastlayabiliyorsunuz. Sanırım alıştığımız bir mesele haline geldi, ne tepki ne dikkat çekiyor.

Öncelikle filmin bir karalama projesi olduğu açık. Yönetmen belki bu filmi hiç kaygısı olmadan, en içten duygularıyla çekti ama dışarıdan öyle görünmüyor. En azından Türk hakimlerinin ve gardiyanlarının biraz Türkçe konuşmasını beklersiniz. O da yok. (Gerçi kimsenin adalet sistemimizden bir "kuşkusu" yok değil mi?)

Şaka bir yana, filmler de her ne kadar aşırı sahneler kullanırsanız, o film o kadar gerçekmiş gibi görünmeye başlıyor insanların gözüne. Gerçek olduğu derecede de inandırıcı ve güzel sayılıyor, sinema adına. "Midnight Express" de bu formülün arkasına sığınıyormuş gibi geldi bana.

Her neyse efendim izleyin görün. Tavsiye ediyor muyum? Evet. Beğendim mi? Hayır. İzleyin kararı siz verin...

Afyon Etkisi...

Bütün dini öğretilerin amacı,insanı manevi yönden rahatlatmak, iç huzura erdirmek değil midir? İnsanı bir yere aitmiş gibi hissettirir, büyük ve kutsal bir şeyin parçasıymış gibi görmeye başlarsınız. Anlamlandıramadığınız bu büyük gizemi, mucize olarak kabul eder, büyük yaratıcıya inanır ve bu mücizenin bir parçası olduğunuzu sanarsınız. Temelde kendinizi önemli bir şeymiş gibi hisettirir.

Doymak bilmeyen ve bilmediği oranda da kaybetme riski artan insan evladı için, kayıtsız şartsız bir şeyin parçası olmak, önemli olmak şüphesiz devamlı ihtiyacı olan bir şey olarak kalacaktır. Kaldı ki bunun en sıkı savunucuları, kitlesel olarak, toplumun alt ve alt orta sınıflarıdır. Haliyle kaybedemeyecekleri tek şey, kendilerini önemli hissedecekleri tek yer bu din kapısıdır. En sıkı ve sağlam şekilde, buralarda görünür en çok. Toplumun üst tabakalarında da inanılılır ama daha çok esnetilebilir durumdadır. Çünkü bir çok yerden maddi ve manevi huzur sağlama imkanı vardır bu kitlede. Maddiyatı şansa kalmış alt ve orta tabakaların, sağlayabilecekeleri tek huzur budur ve buna sıkı skıya bağlıdırlar. Belki de bu sebepten dolayı ibadetin yeri olmaz, heryerde ibadetinizi gerçekleştirebilirsiniz serbestliği uygulanmıştır bir çok dini inanışta.

Bu kısa sunuşun arkasından sorgulamamız gereken bir olay yaşandı. Geçen gün bir cami imamı kendini, cami de astı!!! Evet. Alacakaranlık kuşağı gibi geldi bana. Açıkcası biraz ürpertti. Bu kişinin akli dengesinde bir sorun olduğunu sanmıyorum. O kadar okumuş devletin maneviyattan sorumlu, yerel bir görevlisi olmuş. Her gün onlarca kişinin önüne, örnek birisi olarak, bir yol gösterici olarak çıkıyor. Hayır, bence gayet normal ve aklı başında birisi. Buna şüphe yok.

O zaman diğer mesleki ihtimallere bakmak gerekiyor. Başta da söylediğim gibi manevi huzura ulaştıran bir mesleği yapıyor. Bir nevi, sorumlu olduğu toplumun da, bu alanda önderliğini yapıyor. Belli ki, dünyevi sıkıntıları var ve manevi huzur bir yerden sonra bunları karşılayamaz olmuş. Kimse bu kişinin, kalpden inanmadığını iddia edemez, o halde yüceltilen bu manevi huzur demek ki o kadar yüce değil ve dünyevi olarak adlandırıp, bir çok öğretide yadsınan aslında "gerçek"ler olan sorunlara çare olamıyor. Çare olamıyor ki bu hayattan feragati, sessizce kendi halinde yapmıyor da, cami de bu eylemi gerçekleştiriyor. Normal de bir senaryo olsa, tam korku filmlerine yakışacak bir sahne. Ardında da herhangi bir sebep bırakmıyor. Sıkıntısını da içinde götürüyor.

Belki de bu büyük bir aldatmacaydı, dünyanın sonu meselesi de, inancı pekiştirip, bundan kopmamak adına söylenen bir masaldı. Evet, artık inanılmamaya başladığı zaman kıyamet gelicekti ama kimler için.

Eğer bu kadar, çare bulucu olsaydı, afyondan başka bir şey olmasaydı, herhalde o ünlü atalardan şu söz kalmazdı "Eşeğini önce sağlam kazığa bağla, sonra Allaha emanet et".

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"....

Girmedim ya kapısından baktım,


Cennet'i at pazarı sandım ben

..."


(Neyzen Tevfik Kolaylı)

Deniz Annesi...

Gaztede okuduğum, normalde bildiğim ama duyurmak istediğim bir yaratık. Dev Denizanası. Yıllardır filmlere, öykülere konu olan deniz canavarlarından. Gerçi canavar demek ne derece doğru bilmiyorum. Kendi halinde takılan bir canlı türü. Kendi yaşamını idame ettirecek davranışlar çerçevesinde tehlikeli.

Bu güne kadar korku filmlerinin de vazgeçilmez öğeleridir bu tür canlılar. Denizden ne çıksa tırsarız zaten. Jaws, Piranha, Orca bunlar bildiklerimiz. Çoğu kişi, ben de dahil, denize daldığında karşıya bakmaya korkar. Neden? İşte bu gibi canlılar yüzünden. Çağlar boyunca da efsanelere konu olmuşlar, bilinçaltını farkettirmeden istila etmişler, bir avuç suda macera yaşamamıza neden olmuşlardır.


Japonya açıklarında bir tekneye çarpıp, ne var ne yok devirmiş bu. Ağlarına zarar vermiş, ağdaki balıkları da zehirleyip telef etmiş. Denize düşenleri başka tekneler kurtarmış. Büyüklüğü 2 m ye yakın. Ağırlığı da 200 kilo kadar. Bir bakıma, denizde her bulduğunu yiyen Japonlara da müstehaktır diye düşünüyorum. Balinaların korunması ve av yasağını kabul eden sözleşmeyi imzalamayan güzide ülkeler arasında aynı zamanda bu Japonya. Bir gün de balina çarpması dilekleriyle...

Çemberin Başarısı ve Altında Yatanlar...


Hudsucker Proxy

Yönetmen: Joel Coen

1994


Yine "Coen Kardeşler"den bir komedi. Tabi Kendi tarzlarıyla. Bir şirkette düşük seviyede bir çalışan olan karmanımızın (Tim Robbins) nasıl şirketin başına geldiğini işliyor. Buz dağının görünen kısmı olarak. Altından bir ton anlam çıkar dur. İster hayallerin gerçekleşmesi, ister umudun önemi, ister küçük şeylerin çok büyük olabileceklerini (o ne be öyle), istersen de bir şirket eleştirisi, sistem eleştirisi olarak görebilirisin.

Aslında biraz kara komedi. Şirketin batmakta olduğu bir durumda, suçu üzerine atacak bir kurban, bir kukla patron aranmaktadır. O sırada, kendince dahiyane bir fikir olduğunu düşündüğü hulahopla bu adam çıkagelir. Şirketin patronu olarak alınır ve batmakta olan şirket, milletin her zamanki gibi lüzumsuz şeylere olan zaafından ötürü, hulahopla tekrar gösterişli günlerine geri döner. Olaylar gelişir... (spoiler vermek istemiyorum, yeterince oldu zaten)

Biraz da başrol oyuncusu Tim Robbinsden bahsetmek isterim. Bu adam da aynı Kevin Bacon için söylediğim gibi, onun kadar olmasa da, pek bilinmeyen bir oyuncu. "Esaretin Bedeli" (The Shawshank Redemption) sanırım en çok bilinen filmlerinden. Kendi filmleriyle uğraştığını ve kendine has bir çizgisi olduğunu söyleyebilirim. Şimdiye kadar da öylesine bir filmde öylesine bir rol aldığını görmedim. Bu adamı da, ekranlarda bolca görmek istiyoruz.

Vatan Millet Sakarya...

1 ay kadar sonra mecburi, zaruri, çok lazım ve vatani görevimi yapmaya gideceğim. Artık vakti geldi diyen uzmanlar geçen ay beni askeri şubeye davet ettiler, saolsunlar. Bu arada okuduğum ve 7 sene emek verdiğim, güzide okulum anında ispiyonlamış mezun olduğumu, onu öğrendim ve çok kırıldım gerçekten. Biter bitmez mimlemişler beni.

Biraz tırsıyormuyum, hayır, az tedirginim sadece. Lüzumunu anlayamadığım ölçüde yadırgıyorum. Ufak da bir araştırma yaptım. Bu askerlik işinin sivil hayatta da acayip bir sektör oluşturduğunu gördüm. Adamlar asker paketi satıyorlar, boy boy. İçinde de gerekli malzemeler başlığı var. Maddi durumuna göre paketler yapmışlar. Silver, gold vs. paketler içerisinde orada lazım olabilecek zımbırtılar var. Alıyorsun rahat ediyorsun. Bir çanta dolusu yeşil malzeme.(http://www.askermekani.com)

Ha bu arada bunu da anlamış değilim, üniformalar yeşil, tamam kamuflaj ve tek tiplik için normal bir uygulama. Yahu donlar atletler neden yeşil. İçeride donlamı geziyoruz, yatakhane dağ-bayır mevzii mi onu anlamadım?

Her şey yeşil. Hatta yemeklerinde öyle olduğuna dair bir söylenti var. Asker millet olmak ne zormuş. Bir aralar, bilmiyorum takip edeniniz varmıydı, "Düşmanını Tanı" diye bir site vardı. Oradan aklımda kalanlardan biriside şudur:

"Her Türk, Her Alman, Her İngiliz, Her Fransız, Her İtalyan, Her Macar, Her Rus, Her Hintli, Her Çinli, Her Japon, Her vs.. asker doğar, İnsan Ölür".


Son olarakda tüm askerdekiler ve asker yolu gözleyenler için küçük Namık'dan gelsin:


Dinde Kaçılım...

Şu konuya da kafam çok takılır. Din Kültürü derslerinin zorunlu olması konusuna. Neden zorunlu? Bir yere sıkıştırılmaya çalışılıyormuşum gibi hissediyorum. Herkesin inançlarında özgür olduğu argumanından yola çıkarak, ben neden devlet karşısında inançlarım da özgür değilim.

Beynim daha mandalina kadarken, nüfus cüzdanıma otomatik olarak işlenen ve eğitim hayatım boyunca da bundan mesul tutulmam ne derece doğru. Belki başka bir dini seçeceğim. Ya da uzun süre, emin olana kadar seçmekte zorlanacağım, vakti geldiği zaman kendim geleceğim.

Belki ruhen Buddha'ya daha yakın hissediyorum kendimi. Buddha'nın müslüman olmamasının kabahatini neden ben üstleniyorum. Ya da neden diğer inanaçlar hakkında yorum yapma şansım yok, karşılaştırma yapıp muhakeme gücümü geliştiremiyorum. Bende bulunan ve onda bulunan şeyleri göremiyorum.

Dünyanın 3'te 1'i biri müslümanken, diğerlerini misyonerlikle suçlayayım, nedenlerini nasıllarını bilmeden. Benden hiç farkı olmayan veya onlardan hiç farkım olmayan ben neden tek bir inancın tek bir mezhebine mahkum olayım.

Din kültürü ve ahlak bilgisi bu durunda dayatılan bir ahlak olmaz mı? Din kültürü ve ahlak bilgisi yerine, Dinler Tarihi dersi alsam ve bunu da din kültürü öğretmeni yerine tarih öğretmeni öğretse olma mı?

Kaldı ki, kimsenin mucize yönünden birbirinden geride kalır yanı yokken ben neden sadece bizimkilerin üstün olduğuna inanayım. Bunun kıstası bu mucizelerse neden onlardaki mucizeleri de kabul edemeyeyim. Son olarak, diğerlerini değiştirilmiş diye suçlarken ben, benim elimde olanın değiştirilmediğine nasıl emin olayım?

Devletin Görevleri...

Düşünüyorum düşünüyorum bir türlü içinden çıkamıyorum. Bir vatandaş olmak ne demek. Nasıl bir ülkenin vatandaşı olduğumu anlayabilirim falan. İzlediklerim okuduklarım beni çok şaşırtıyor. Bir çark dönmeye devam ediyor sende zorunlu seçmeli bir şekilde bunun içine alınıyorsun.

Öncelikle, bir devlete, millete ait olmak ne demek. En basitinden devletin görevlerini düşünüyorum. Aklımca, bu görevlere ve bana etkilerine göre kendimi vatandaş gibi hissedeceğim. Dur bakalım bir deneyelim.

Devlet olarak vatandaşım dediğim kalabalığın eğitimini standartların üstünde sağlamalıyım. Eğitimi şart koşup, parasıza çevirmeliyim ki, kendini benden bilenler akıllı, fikirli adamlar olsunlar, olsunlarda bana katkıda bulunsunlar. Sağa sola kaçıp gitmesinler. Bu sınırlarda kalıp faydalı olsunlar. Vatandaşalrımın adı duyulduğunda, göğsüm kabarabilsin, onların başarısını sahiplenebileyim. Beni iyi bir şekilde temsil ettiklerinden emin olayım. Vatandaşım o kadar akıllı olsun ki onun hakkında ki fıkralar, güldürmekten çok düşündürsün. Benim, uluslararası imajım olsunlar.

Sağlık güvencelerini sağlamalıyım. Bana inananlar ufak bir gripten, soğuk algınlığından kırılıp gitmemeli. Sağlıkla ilgili müdehaleleri de ücretsiz yapmalıyım ki, hastane kapılarında, eczane kapılarında sürünmesinler. Öyle bir hizmet vereyim ki bana güvensinler, başları sıkıştığında çekinmeden gelebilsinler.

Öyle aç, açıkta da kalmamalı benim halkım. Onların, boğazlarından sıcak birşeyler geçtiğini, soğuk havalarda sıcak evlerinde oturup bana dua ettiklerini bileyim. Herkesin işine gücüne düzenli gidip geldiğini ve adil bir şekilde emeğinin karşılığını aldığını bileyim. Alamıyorsa onun en büyük desteği ben olmalıyım. İş imkanı sağlamalıyım ki kendine güveni gelsin.

Bu hizmetlerim karşılığın da aldığım vergileri tekrar onlara hizmet olarak döndürmeliyim. Topluca devlete olan güvenlerini artırmalı, aynı şekilde bu güvenle onlarında benim kalkınmama destek olmalarını isteyebilmeliyim. Mesela köprü yapmak için aldığım vergilerle köprü yaptırmalıyım, ulaşımlarını kolaylaştırmalıyım ama bir de köprüden geçişte, o köprünün vergilerle yapıldığını hatırlayıp bir de geçiş ücreti istememeliyim.

Bu temel şeyleri sağlamalıyım ki, benim meşruluğum ve kalıcılığım ebedi olsun.

Şimdi tekrar düşünüyorum. Şu an devlete bir ton kredi borcum var, hala üstüne vergi ödüyorum deli gibi. Devlet zararına ortağım, karında üvey evlat gibiyim. Zamların üstümden karşılandığı ve herşeyi, benden hiç farkı olmayan, başka devletlerin vatandaşlarından daha pahalıya edindiğim bir konumdayım.

Şu kilşe benzetmeyi, aklı başında olan olmayan bir çok kişi yapmıştır. Düşünmüştür arada "ben koyun muyum?" diye.

Ben bu ülkenin vatandaşı mıyım yoksa koyunumuyum? Hala düşünüyorum.


Gerilimin Kenarı ve Kevin Bacon Sorunsalı...


Stir Of Echoes

Yönetmen: David Koepp


1999


Bir gerilim filmi "
Stir of Echoes". Temelde bilgi hatası varmış gibi gelse de sonradan düzeliyor hikaye. Bir arkadaş muhabbetinde hipnotizmanın geyikden ibaret olduğu ve batıl inanç olduğu konusu açılır. Sallamaz arkadaşımız ısrarla, bunun batıl bir inanç olduğunu kanıtlamak adına hipnotize edilmeyi ister. İster ama hikaye bundan sonra başlar.

Gördüğü şeyler dünya gözüyle görünecek şeyler değildir. Güzel bir mahalle, güzel komşular ve iyi bir aileye rağmen adamımız delirmenin eşiğine gelir bu görüntüler yüzünden. İşin altında da tabii ki bir gizem yatmaktadır. Ve tabii ki kimseyi inandıramaz.

Bazı senaryolarla benzerlik gösterse de sıkılıp bırakmayın. Bir başka tavsiye de eğer etrafınız da böyle, garip şeyler gördüğünü söyleyen bir arkadaşınız varsa önce bir oturup dinleyin. Hemen deli demeyin adama. Destek olun, yardımcı olun. Sebebi olmayın adamın.

Bu arada bu filmle birlikte tekrar hatırladığım ve içime oturan bir hadise daha var ki, o da şudur,
Kevin Bacon abinin neden hala, yüksek bütçeli yapımlarda başrol oynamaması. Başrol oynadığı filmler var elbet ama bunlar çok kıyıda köşede kalmış filmler. Tipse tip, oyunculuksa oyunculuk ama neden? Bunun arkasında ne gibi güçler var. Bu bir hükümet politikasımı, ne bileyim kıllanıyorum. Şu adama film oynatın. Beyendiğimiz oyunculardandır kendisi, benim gibi insanlar varsa eğer, birlikte bu bir arz-talep aksiyonu yaratalım, el birliğiyle zirveye taşıyalım abiyi.

ZAM YAPILDIIIII...


Bu arada asgari ücrete yani verilebilecek en az ücret olan şey, % 3 zam yapılıyormuş haberiniz olsun. Yuvarlak hesap net 600 tl aldığımızı düşünürsek, % 3'ü 18 tl'ye tekabül ediyor. Yaşasın.

Paranızı öyle "ekmek alcaz, et yicez" diyerek çarçur etmeyin. Benim tavsiyem birikim yapmanız yönünde.
Şu son sağlık düzenlemelerine bakacak olursanız, bu para ayda bir kereye mahsus olması koşuluyla hasta olmanıza müsade ediyor. Yada suya ve elektriğe gelen zamların farklarını karşılamaya yetiyor. Hayatta bir değişiklik olmadı değil mi? Yer yerinden oynamadı, gökyüzü daha mavi gelmedi değil mi? Tamam işte amaç da o değil zaten...

Anormal bir şey yok
.

Solum Ağrıyor...

Karşılıklı restleşmeler, sıkıcı muhalefet, birbirini suçlama vs. bunlar siyaset dediğimiz, çocuk oyununun olmazsa olmazları. Genelde dünya genelinde gündemi belirleyen, piyasaları başımıza yıkan, buradan çıkan yorumlar ve polemikler oluyor.

(En ufak bir esintiden de etkileniyorsa bu ekonomi oldukça hassas bir şey olmasının yanında son derece de gereksiz bir şey heralde. Söylenen en ufak sözün bile cebimize girecek parayı etkiliyor olmasının sebebi, tam olarak bilmemekle beraber sanırım ekonomi denen nanenin sadece kendi çıkarını düşünen kapalı devre bir sistem olmasından kaynaklanıyor. Sızlanmaları hep kendi yararına. Duygusal bir durum...Bunun sebebini bir ekonomist açıklarsa da sevinirim ayrıca.)


Şimdi de erken seçim polemiği gündemde. "Sen dediydin, ben dediydim" tekerlemesi eşliğinde bu günlerde bu tartışılıyor. Erken seçim tartışmalarının, siyaset tarihinde giderek artmasının sebebi sanırım biraz da sol hükümetlerin ısrarla başa gelmek istemesi.

Türkiye tarihinde koalisyon haricinde hiç bir sol parti iktidar oldu mu hatırlamıyorum. Yapı olarak da Türk toplumu sağ görüşe biraz daha yakın. Bağlı olduğu değerler, ısrarla her fırsatta başına kakılıyor, bence biraz da bela oluyor. Gelişmemiş toplumların özelliği olarak, eğer ekonominiz kötüyse, eğitim, sağlık vb. sosyal hizmetler grubu yeterli derece de karşılanamıyorsa yönelebileceğiniz iki şey kalıyor. "Din" ve "Millet" anlayışı. Bunlar açlığı unutturmanın yolları haline geliyor. Kötüye giden siyasetlerde, ne zaman ulusa seslenilse bunlar dile getirlip milletin içine sular serpiliyor. İktidarlar, akıllı olanlar, iktidardaki yerlerini sağlamlaştırmak için devamlı bu "bel altı" yola başvuruyorlar. Ne zaman işler kötü gitse.

Toplumu, daha doğru varoş olarak niterelendirilen kalburaltı topluluğu, ki bu büyük bir güç teşkil eder, kontrol altında tutmak için bu tür sloganlara yer verilir. Hep fakir mahallelerin billboardlarında bunu gazlayacak afişler yerleştirilir. Elinde bundan başka bir şey olmadığını bilen ve gazla giderek yüceltilen bu kavramlara sahip olmasının bilincinde olan topluluk, çok ses çıkarmaz, kendi içinde övünür durur.

Nedense her zaman da halk bu numarayı yiyor nedense. "Aç olsak da, Allah katında yerimiz hazır, e bide Türküz zaten daha ne olsun. Açlık bunun yanında ne ki. Hastanelerde yetersizlikten ölsek de Türk hastanelerinde Müslüman olarak ölüyoruz" anlayışı ne derece doğrudur bilmiyorum. İnsani değerler kavramı açısında, bu kadar yetersizliğe rağmen bunlarla avunabiliyor olmanın ve bunlar sayesinde bu kadar eziyeti görmezden geliyor olmanın altında yatan duygu durumunu ise anlamakta daha da zorlanıyorum.

Madem ki demokrasi o kadar mukaddes ve güzel bir şey, bu toplumun bir seferliğine de olsa, akla karayı belirlemek için sol hükümetlere de şans vermesi gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar ne sağ ne sol kafaya sahip olmasamda, zorunlu hale gelen bu yönetici seçme oyununda şans verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu sol hükümetlerin başarılı olmasını durumda zararın neresinden dönülse kardır durumu yaşatacak ve "sol" kavramının da bu ülke de ne olduğunun bilinmesine yol açacaktır. En azından insanlar neden korktuklarını bilecek ve bilerek ve istemeyerek bir şeye karşı olacaklardır. En azından bu tatlı demokrasi açısından, sol biraz eğitilmiş olacak.


Başarısız olması durumunda da şuankinden farklı bir durumda olmayacağız. Herşey yine aynı seyirinde devam edecek. Her iki tarafında demokrasiyi dillerine bu kadar doladıklarından dolayı söylüyorum. Yanlış anlama, sırf demokrasi tatlı bir şey diye...

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"If there is no God, everything is permitted."

"If the devil does not exist, and man has therefore created him, he has created him in his own image and likeness."


(Fyodor Mikhaylovich Dostoyevsky)

Adam Fawer VS. Dostoyevski...


Adam Fawer







Dostoyevski






Dün konştuğumuz bir konu vardı. Burad
a da bahsetmek istedim. Bilmiyorum izlediniz mi, dün bir televizyon programına Adam Fawer katıldı. Kitaplarının bu kadar çok satmasını bekleyip beklemediği ve diğer klasiklerle (Tolstoy, Dostoyevski, Victor Hugo...) karşılaştırılma ihtimali olsaydı yani onlarla aynı dönemde yaşıyor olsaydı, onlarla rakabet hususunda kitaplarının satışının yine bu kadar olup olamayacağı soruldu. Bende bir çırpıda okumuştum. Öylesine kafa dağıtmak için.

Klasikler eğer günümüzde yayınlanıyor olsaydı yine Adam Fawer'e yenik düşerdi. Yine klişe bir deyimle hızlı tüketim bunu gerektiriyor. İnsanların "filmi çekilsin onu izleriz" dediği bir çağda yaşıyoruz. "Olmaz, her devirde onlar özeldir" diyebildiğinizi duyar gibi oluyorum. Bence bu oldukça duygusal br yaklaşım. Hayır satmazdı, çünkü kimsenin tasvirler, uzun betimlemelerle uğraşacak vakti yok artık. Bir an önce olayları öğr
enmek, "maceraya atılmak" istiyor.

Klasiklerin işlevi bunlaran tamamen farklıydı. Öncelikle (toplumcu rus yazarları gibi) içinde bulunulan ortamı tamamen tanıtması ve sonucu anlayabilmek için karakter tahlillerini başında vermesi gerekiyordu. Amaç insana, içinde bulunduğu bu ortam ve toplumun değer yargılarını sorgulatmaktı. Toplumcu bir gözle eleştirel bir bakış sunmaktı. Bunun etkileri hala sürmektedir. (Liselerde hala Suç ve Ceza'daki Raskolnikov örneği verilir.) En basitinden "Yüzüklerin Efendisi" (kulvarı farklı olsa bile) kitabını ilk 50-100 sayfayı aşamadığı için, sıkılıp bırakan bir çok insan tanıyorum. Türler farklı olsa da işlev aynı, öncelikle orada olmanız karakterleri tanımanız gerekiyor. Karşılaştırma yapmanız gerekiyor. Çünkü yazarın derdi biraz da sizsiniz. Biraz empati kurmanız bekleniyor. Topluma hitap etmeniz gerekiyor, anlatacağınız şeyi onun dilinden anlatıp, onun yaşayabileceği olaylar üzerinden sorgulamasını yaptırmanız gerekiyor.

Bir diğer açıdan bakarsak, eğer Adam Fawer o dönemde yaşasaydı, büyük bir hezimete uğrardı klasiklerin yanında. Bunun da nedeni o dönemin tek iletişim aracının yazılı yayınlar olması, bütün haberlerin ve öğretilerin oradan öğreniliyor olması. Bununla beraber o zamanın toplum yapısı, daha gerçekci ve oluşturulan kurguya daha yakın bir durumda olması. Bu kadar küt hayal gücü, "Empati"yi kaldıramazdı. Bunun da örnekleri var. O gerçekci akımdan kurtulamayan bir çok toplumda, bilimkurgu yazarları aynı zamanda bilimadamları olarak görülürdü. Jules Verne'nin yazdığı romanların gerçekmiş gibi algılanmasına, hatta Vernelizm adında bir tarikatin oluşmasına sebep olmuştur. Onun yazdığı şeylerin peşinden gerçekmiş gibi giden, buna inanan. Hatta yakın zaman örneği olarak Orson Welles'in radyo yayınından Marslıların saldırdığına dair yaptığı duyurusu nasıl gerçek gibi algılanmıştı. Bu bilim kurguya bir alışma sürecini de beraberinde getirdi. O tarihten sonra bu tür filmlerin sayısı arttı ve o zamana kadar yanlış anlaşılmış bir üvey evlat olan hayal gücü devreye girmeye başladı.

Haliyle Adam Fawer, değeri çok sonraları anlaşılacak bir yazar olarak kalırdı. Özetle bu kıyaslamayı belirleyecek olan, içinde bulunulan toplumun yapısıdır. Daha bu konuda yazılabilecek çok şey olmasına rağmen, kısaca nacizane görüşümü belirtmek istedim. Çok ayrıntıya girmek sıkıcı olabileceğinden, oldukça yüzeysel olarak değindim.

Şu da var ki, her zaman tarih öncesi savaşlarda, özellikle kaybeden tarafın, sayıca az olan tarafın, bu günkü ağır silahlara sahip olması durumunda, tarihin nasıl şekillenebileceğini hep merak etmişimdir. Aynı şekilde, karşılaştırmak her ne kadar "olasılıksız" olsada, klasik yazarlarının değil de Adam Fawer gibi kurgu yazarlarının o dönemde yaşaması durumunda toplumun alabileceği şekli de merak ediyorum.
 
Related Posts with Thumbnails
© 2009 - Bir İnsanı Sevmekle Başlar Herşey.. | Free Blogger Template designed by Choen

Home | Top