Süt İçtim Dilim Yandı...

Asya'dan Avrupa'ya bir kısrak başı gibi uzanan bu güzel topraklar, acaba giderek üreticiliketn kabzımallığa mı geçiyor acama. Yoksa dünya genelinde ithalat birincisi mi olmayı amaçlıyoruz?(A ha bu da resmi, adamın yüzüne karşı buğday der gibi)

Buğdayın, arpanın ve buna benzer bir çok buğdaygilin ana vatanının Anadolu olduğundan, dahası şu an ithal ettiğimiz bir çok sebze türünün Anadolu olduğundan bihaber miyiz yoksa öyle davranmak işimize mi geliyor? Peki anavatanı olan yerde bu asydığım bitkilerin saf halde aranıpda bulunamadığından, bulunanın da tırnak kadar yerde zarzor seçildiğinden haberimiz var mı?

Ekonomi hakkında söyledikleri birşey sanırım doğru. Sonunda istikrar geldi. Evet. Düştü düştü orada kaldı daha da kalkmaz gibi...Stabil yani, istikrarlı...Evet.

Son bir kaç yıldır bu tahılları yurtdışından ithal edeceğiz diye uğraşıyoruz ama son birkaç onyıldır tarımı, ziraati çiftciyi (afedersiniz) düdüklemeye çalışmadan nasıl kalkındırırız diye nedense hiç uğraşmıyoruz. Kabzımal dedim ya oda dışarı değil ha, toptan alıp kendi halkımıza fahiş fiyattan satıyoruz. Devletin fındık üreticilerine ve dolaylı olarak fındığa yaptıkları buna bir örnektir. Üreticiden 3 e alıp tüketiciye 10 a satılıyor. Son haberlere göre domates, 5 tl nin üstüne çıkmış, domatesi bilirsiniz, bu domates kendi kendine yükselmiyor beyler!!!

Şu sıralar süt ithalatı gündemde. Yetmiyormuş...Nasıl yetmediğini de anlayamadım yada üretici, böyle kritikse eğer durum neden desteklenmiyor? Yoksa bu da dış ilişkilerdeki "kazan kazan" denilen akıl dolu prensibimizin bir sonucu mu? Bir kere bunu sağlamak için senin verebileceğin birşey olması gerekiyor. Bakıyorum herşey ithal o yok bu yok, arkadaş biz ne verdik o zaman. Neyimiz kaldı ki, hala kazanıyoruz anlamış değilim.

Başka bir ihtimal çoğu özel şirketlere giden hammedelerden pay almaya çalışan devlet, fındıkta olduğu gibi özellerin yarısını ödemeye çalıştıda üretici vermeyince, dışarıdan ithal edip mevcut olanın önünü mü kesmeye çalışıyor, "görürsün sen" der gibi.

Ya da Avrupa'da çılgınlar gibi süt fazlası var da yarı fiyatına mı veriyor yada Avrupa'da tonlarca bozuk süt var da ziyan olmasın, sütlaç seviyor bunlar diye bize kaktırıyor yada gelişmekte olan birkaç ülke var da dış borçları bizim kalsiyum ihtiyacımıza mı bağlı yada...yada...yada...
Kalsiyum eksikliğinden olmalı iyimser düşünemiyorum, hele bir sütler gelsinde...

Kalmadı ki hayvan haşarat hepsi öldü, muhtaç duruma geldi üretici. En şanslıları sanırım devletin çiftliklerinde maraba olarak çalışıyor. Giderek ürettiğimiz ve ihrac edeceğimiz bir şey kalmayacak. Bu ülkede hakkını arayan çiftciye önceleri "gomunist" dendi, şimdi arada ağzını açana "ajan provakatör" deniyor. (Defalarca şahit olduk, güneşin batışına...)

Sanırım sonunda "adam" ithal etmeye çalışacağız. Öyle eskiden olduğu gibi devşireceğiz...


Aferin böyle devam...(Beyle beyle, bilen bilir...)

Zorunlu Seçmeli...

Doğduğun zaman normal olarak kimse sana soru sorma ihtiyacı duymuyor. İlerleyen zamanda kısmen sorulara maruz kalıp, beklenebilir cevaplar verebiliyorsunuz. Ancak bütün sorumlulukalar yüklendiği zaman, artık geri dönülmez noktya gelindiğinde başlıyor asıl sorular. Şu nedir, bu nedir, o neden böyle yapılır gibi en basitinden tutunda taki ölünce başınıza dikilen 2 melek arkadaşa, münkir ile nekire kadar...O saatten sonra da, o malum yerde tabii kendini savunamıyorsun. Ben böyle biliyordum, bana böyle öğretildiydi diye...

Anladığım kadarıyla orada bunu pek yemiyorlar. Bu tartışmaya noktayı koyan ve seni saf dışı eden nokta da özgür bir birey olduğun yada tanrı katında isen cüzi miktarda irade ve akıl verdikleri yani karar verme aşamasında muhtaç olduğun tüm kudretin aciz bedenindeki üstün ruhunda olduğu argumanı oluyor. O saatten sonra savun savunabilirsen. Meleklerin yada seni yargılayan diğer ölümlülerden pedagoji yada psikoloji eğitimi almış olmalarını öngörmen yada talep etmen de pek mümkün değil.

Seçimlerinizin çoğu aileniz yada bağlı bulunduğunuz topluluk tarafından yapılıyor. Bunların çoğu hayati de olabiliyor. Bu bahsettikleri "özgür" sıfatına layık görüldüğünüz de değiştirmek için fazla vaktiniz kalmamış yada vaktinizin geri kalanı değiştirmeniz yüzünden dışlanmakla geçiyor.

Konuştuğunuz dilden, inandığınız şeye kadar hatta popüler yazarların bile artık bahsettiği, en azılı kapitalist kafaların bile kabullendiği ne alacağınıza kadar seçimleriniz yapılmış durumda. Hatta bir ara memlekette modaydı "abi zaten bilmemkaç milyon lira borçlu doğuyoss, abi?" türü söylemler.

Aslında bir açıdan bakarsak cahil anne-babalar yada öğretmenler yada "kanaat önderleri" içinde oldukça pratik bir yol. Seçimlerinin önceden yaptırılması, aynı şekilde seçimleri önceden yaptırmak. Düşünmek zorunda kalmayıp, enerjinizi muhafaza etmiş oluyorsunuz. Bir de çocuğunuzun sorduğu " Annnaaa ben nasıl oldum?" yada " Buralarda bir yerlerde dedem olacaktı, nereye gitti o?" yada "Burada neler oluyoooor?" sorularına pratik bir şekilde cevap veriyorsunuz. Ne şiş yanıyor ne kebap, topu hemen ilahiyata bağlıyorsunuz. Normal olarak bilmediğiniz bir şeyi de anlatabilmeniz mümkün değil aynı zamanda bilmiyorsanız zaten öğrenmek zorunda da değilsiniz gibi oluyor.

Aynı seçme zorunluluğu şu Aleviler'e de dayatılmakta. Hoşgörüden bahsedilirken sanırım kendilerine hoşgörü göstermemiz bekleniyor. Biz böyle yapıyoruz ama mazur görün artık gibi. Kendi inançlarıyla ilgili resmi ve özgür bir biçimde bilgi alamayıp, çoğu yerde de hor görülme seviyesindeler.(İnançlarının ne olduğu, inanıp inanmadıkalrı beni ilgilendirmez sadece mevcut durumdan bahsetmeye çalışıyorum)


Ha ben tam bunu düşünürken, ne ayıp ne yanlış derken şu haberi gördüm ki, işte dedim tamam, olay budur. Otistik rahatsızlılığı olan küçüklere de beden eğitimi dersinden 1 saat feragat ettirilip, din eğitimi dersi koyulmuş. Bu devletteki uzun zamandır açtıkları diyanet kadrolarına yer bulamayınca artık yer yaratma durumu mu, yoksa gerçekten o çocuklardan bu alanda birşey mi bekliyorlar bilemiyorum. Biraz din fanatikliği gibi de geliyor, biraz da ortaçağı hatırlatıyor. Avrupa'da "deli" kabul edilenleri, içine şeytan girmiş endişesiyle eşek sudan gelinceye kadar döverlerdi, doğu tarafında da bildiğim kadarıyla tesirli dualarla bu işler çözülmeye çalışılırdı. Avrupa'da dayaktan ölen "deli" için şeytan kazandı, yapabilecek herşeyi yaptık, modern din bu kadar ilerledi deyip gönderirlerdi, doğuda da sanırım bunun karşılığı günahı bolmuş olmadı, ne yaptıysak ikna edemedik demek. Acaba bu zorunlu dersin altında bu şekil bir sağaltım çabası da mı var? Seçimlerde birçok yerde "özürlü"lerin otobüslerle doldurulup oy verdirildiklerini duymuştum. Bilemiyorum.

Uzman görüşüne ve aklı başında olan herkesin görüşüne göre beden eğitimi dersi, olayları soyutlaştırma sorunu yaşayan, odaklanmada problem yaşayan, dünyayı bildiğimizden farklı algılayan bu çocuklar için daha yararlıymış.

Ne beklendiğini anlamış değilim bu çalışmadan anlayan varsa anlatsın? Her yol dine mi çıkar? Ol ya da olma ama ne olursa olsun inanan ol mu? Zaten tanrı katında onlara günah yazılmayacağı söylenmiş? Yoksa o da mı hikaye?...

(Zorunlu seçmeli kavramını anlayamamakla birlikte anladığım kadarına hep gıcık olmuşumdur...)


Bilemedim...

Bu arada merak ediyorum, başka bir sebebim yok, HaberTürk okuyanınız var mı yada kaldı mı? Neden birden byle olduklarını açıkcası merak ediyorum. Umarım Fatih Altaylı'nın buna bir savunması, vereceği mantıklı bir açıklaması vardır...

Nasıl oldu da birden böyle bir dönüş oldu? Yoksa Yiğit Bulut, HaberTürk'ün ekseniydi de o tekleyince bütün gazete mi gitti?


Jöle güzel tamam ona bir şey demiyorum ama ilk zamanalar lafını esirgemezdi köşesinde, şimdi konuk olarak çağırdığı başbakana soru bile soramadı sanki ev oturmasına gelmiş aile dostuyla görüşüyor gibiydi.

Birde böyle iktidara yakınlaşan gazetelerin ezberimidir acaba " biz en çok satan gazeteyiz, şöyle süperiz, kağıdımızı bile özenle seçiyoruz, Kübalı kızlar dizlerinde sarıyor" tribi yaratmak. Açıkcası eski tirajının olduğunu sanmıyorum artık. Zaman gazetesinin de tirajı oldukça iyidir ama bir farkla o abonelerine gönderir.Bayiden alınan sayısı ne haldedir bilmiyorum. HaberTürk'de acaba böyle bir bayiilik peşinde mi? Akmasa da damlıyor mu dediler?

Ya kanaldaki programlarda muhalefet üyelerine davranış şekline ne demeli, "evet-hayır" yarışması sırasında muhalefetten adam çağırmaması çağırdığını da doğru dürüst konuşturmaması, konuşanın ağzına lafı tıkaması falan...


Kuruluş olarak bir eksen kayması mı? İnsanlar böyle topluac kayabiliyorlar mı? Birde köpeğin adamı ısırması mı haberdir yoksa adamın köpeği ısırması mı?

Bilemedim...

(Bu arada reklamdan başka birşey yayınlamay gazeteler de var onlarla ilgili de lakırtılarım olacak elbet...)

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"All over the place, from the popular culture to the propaganda system, there is constant pressure to make people feel that they are helpless, that the only role they can have is to ratify decisions and to consume."

(Noam Chomsky)

Taş At Kolun Yorulsun yada Atıyomuş Gibi Yap Belki Korkutursun...

Kusturica'ya benziyor diye festivalde bir adamı, başka bir oyuncuyu dövmüşüz, garibim ne olduğunu bile anlayamamış. Bu nasıl bir zekanın ürünüdür sen söyle arkadaşım...

Heralde taklitlerinden sakının demek bu oluyor. Bilememiş adam. Anlayamadığım nokta şu; bu kadar milliyetçiyiz, Bosna halkını düşünüyoruz, toz kondurmuyoruz da Mavi Marmara'ya ne oldu. Bildiğim kadarıyla İsrail hiç umursamadı bizim küskünlüğümüzü. Hiç sallamadı değil mi?

O na neden diklenemediniz ya da Kustirica'ya bu kadar tepki gösteren devlet adamları İsrail'e gelince sadece ayıp olmuş deyip geçtiler.

Hala bir yaptırım uygulatamadıkları gibi ki insanımız öldü orada, şimdi bahsini bile açmıyoruz.Unuttu herhalde o milliyetçi arkadaşlar... Ya da milliyetçilik uzanabildiği yerden vurmak mı onu anlayamadım?Önce Mavi Marmara'nın hesabını sor sonra gel dayılan.

Kusturica giderken "Sizin de başbakanınız şimdi bizimkiyle el sıkışıyor, O'na neden birşey demiyorsunuz" demişti.

Gerçekten koyun olmayın yada insanı bu kadar saf zannetmeyin milliyetçi kafalar yada provakasyon kurbanları mı diyelim? Neye inandırdılar, nasıl kandırdılar sizi yada ne kullanıyorsunuz söyleyin bizde kullanalım...

Resepsiyon Mağduru...

''Daha sonra malum yine eşli olarak devam edildi. Ancak kişiler ayırt edilmeye başlandı. Yani ciddi manada bir ayrımcılık başladı. Şimdi ise eşli olarak, hiç kimseyi ayrıma tabi tutmadan, herkesi eşli olarak davet ediyor Sayın Cumhurbaşkanımız. Bundan niye rahatsız oldunuz? Bu alanlar bizim alanımızdır, halkın alanıdır, cumhurun alanıdır. Cumhurun giremediği bir yer olamaz, vatandaşın giremediği bir yer olmaz. Vatandaşa hiçbir yeri yasaklı hale getiremezsiniz ve bu ülke şu anda bunu çözüyor. Bunu bir defa böyle göreceksiniz ve böyle anlayacaksınız.''

Başbakanın bir konuşmasından, verilen Cumhurbaşkanlığı resepsiyonu ile ilgi, bir demeçten yada sorulan bir soruya cevabından doğrudan alıntıdır...


Bir cumhur üyesi olarak nerelere girip nerelere giremeyeceğimi anlayamadım. Yasaklardan gına geldi artık. Oturup nelerin yasak olduğundan bahsetsek, bir kenara yazsak buradan köye yol olur. (Gerçek anlamda olur, bu bir benzetme değildir!...)


Cumhurun alanı diyor. En basitinden internet yasak, eleştiriler yasak, düşünmek konuşmak ve en garibi parkta elele gezinmek bile yasak ama Cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna halk olduğumuz için istediğimiz şekilde girebileceğimizi yazıyor.


Tekrar, ben cumhurun bir üyesi olarak internete veya bir mekana bile doğru dürüst giremiyorum. Girdiğimde yan gözle bakılıyorum belki dövülüyorum yada polis tarafından sorgulanıyorum. İşin garibi benim aynı cumhurun üyesi olarak o resepsiyona da girmem hadi onu bırak resepsiyonun verildiği yerin kenarında köşesinde dolaşmam bile yasak.
İstermisiniz bu demeç üzerine toplanıp 1 milyon adam resepsiyona gidelim. Cumhuruz biz diyerekten...

Özgürlük kısıtlanınca demokratik olunmuyor ama kısıtlayınca mı olunuyor anlamadım? Yorum sizin...


(Bu arada Başbakanın yasaklıdığı youtubedan demeç vermesi deakıllardan çıkmış değil. Hatta bir konuşmada giren girebiliyor, ıp değiştirerek falan da demişti sanırım.)

NATO...

Yıl 1953 müydü, 55 miydi? Tam hatırlamıyorum. Rusya, Stalin'in ölümünden sonra demir perde olma iddiasını sürdürmeye çalışırken, Çin de aynı kafada fakat farkı bir fantaziyle Asya'da yükselişe geçmişti. Bu Çin için elbette bir yükselişti zira tarihi boyunca bir türlü birleşememiş,sömürüden sömürüye koşmuş, onun bunun lafıyla kendi oyunlarına gelmişlerdi. Her neyse konu bu değil.

Çin'in bu garip davranışları civar memleketleri de etkilemiş ve adeta üzüm üzüme baka baka kararmıştı. 2. dünya savaşının sonuçlarını yaşamış ve Rusya'dan ödü kopan Amerika, bu kararmaya bir son vermek adına, bu civar eyaletlere, Wietnam'da daha da devam edicek olan "iyi niyetli" müdehalesine başlamıştır.

Her sene bize duygulu anlar yaratan Kore Gazileri bizlere bunun bir hatırasıdır. Kuzey kominist Kore ile savaşmak için, yardım için gittik. NATO adına...


Bize getirisi ne oldu? NATO'ya kabul edildik. Başımız göğe erdi.


Bundan yaklaşık 30 sene kadar önce, Çanakkale Savaşından sonra, anlatılan bir hikaye vardır: Mustafa kemal savaş sonunda bir balo düzenler, belki biliyorsunuzdur ama olsun bilmiyomuş gibi yapın, bütün savaştığımız memleketlerin adamları gelir. Arada bir adamın yüzü asık, pis pis kendisine baktığını görür. Yaverine "git sor bakalım derdi neymiş, neden böyle pis pis bakar bu adam" der. Yaveri gider sorar ve gelip Paşa'ya "Paşam, Çanakkale'de yakınını kaybetmiş ondan size böyle kıl kıl bakıyor" der. Paşa da durur mu yapıştırır cevabı "Sor bakalım o yakınının burada ne işi varmış"...


Arada bizde de olur ne işiniz vardı da buraya kadar kalkıp geldiniz diye dertleniriz adamlara. Aynı şekilde Kuzey Kore'nin, Çin'in bizim yerimizde olduğunu düşünün. Adamlar demez mi bilader ne işiniz vardı burada. Bizim zaten etimiz ne budumuz ne yenileceğimiz belli zaten neden buralara kadar geldiniz diye. Derler. Bizim anzaklar için dediğimiz gibi...


Ha dersin ki bana dış politika, NATO'ya girdik fena mı oldu diye?...(Walla anlatmaktan yoruldum offf...)NATO'nun karar veren 5 başat ülkenin paravan kuruluşu olduğunu, adeta o ülkelerin maymunu olduğunu söylesemi Kore gibi yerlerde de bizim gibi piyon olacak adamları kullanıyor desem. Zaten biliyorsundur bunları. Ayrıca kendinden başkasına yararı olmayan, istediğinin seven istediğini görmezden eglen bir yapı olduğunu söylesem...Hala dermisin fena mı oldu diye...
Dış politika yalamaktan ve yalanmaktan ibaret değil, savaştaki delikanlılığı masa başında kurnazlığa dönüştürmek lazım falan da derim ama uzun sürer hikaye.Anlamıyorsan sadece gaza gelirsin. O da bir işe yaramaz.

Şimdi de füze kalkanı projesi var gündemde. İnsanın kötü espiriler yapası geliyor. Tarih tekerrür mü ediyor ne ooluyor?

Keşke Başbakan o kötü esprilerden birini yapsa da, dese ki " bize kalkan bişey mi var bize ne sizin roketinizden, İran benim burnum dibinde stratejik olarak, afedersiniz g.tümün dibinde, yok aga ben bulaşmam ne haliniz varsa görün" dese, hem gülsek, hem gaza gelsek hemi de alkışlasak...

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


“Science, my lad, is made up of mistakes, but they are mistakes which it is useful to make, because they lead little by little to the truth.”

(Jules Verne)

Anayassaaa...

Hala türban tartışılıyor. İnsan bir iki kelam etmeden duramıyor. Sanırsınız ki memlekette herşey çözüldü, kırılıyoruz demokratiklikten, bırak Avrupa'yı, Amerika, Asya hatta Afrika çatlıyor hasetinden. Bu kadar nasıl demokratik olabiliyorlar diye de bir türban kaldı. Onu da halletsek başımız göğe erecek.

Basının yaptığını da anlamamak yada anlamak mümkün değil. Ayrıca siyasilerde aynı söylemlerle tuzak kurup birbirlerini tuzağa düşürüyorlar. Öyle bir baskı ortamı oluştu ki sanki türbana hayır diyenler bölücü, özgürlük ve demokrasi düşmanı; evet diyenler de dört başı mamur demokrat tayfası, Rousseau'nun kankası falan.

Bu kadar çok şey hakkında bu kadar çok şey söyleyen adamların bunun sadece kafayı örtmekle alakası olmadığını düşünmelerini beklemek saflık olur. Bunun altında tabii ki belli propagandalar var. Olayı bu kadar basit ve tek taraflı ele alıyorlarsa herşeye baştan başlamak lazım.

Bunun bir siyasi simge, bir propaganda aracı ve aynı zamanda özgürlük olarak dayatıldığı sürece istediği gibi konuşma hakkı sağladığı pek görülmüyor sanırım. Yavaş yavaş bu memlekete hassas bir karın oluşturuldu, başı sıkışan oraya vuruyor.

Kendi içlerinde bile bu kadar çok kural vs. koyan bir cemaatin de hükümet kurallarını anlayabilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Hangi cemaati bu kadar özgürlükçü "ne olursan ol gel" mantığında gördünüz? Ben görmedim. Kendi içlerinde gayet katı, ön yargılı ve (herkesi içine dahil etmek istemem ama) tv programlarında gördüğüm kadarıyla son derece çirkef haraket edebiliyorlar. Peki bunun da bir kural olduğu, bir devletin cemaatin keyfine göre yürütülemeyeceğini ve belli kurallara bağlı olduğunu anlamak bu kar zor mu? Değil tabii ki. İstediğiniz kadar komplo teorisi üretebilirsiniz. Açıkcası ben bir ezme ezilme olduğunu düşünmüyorum, daha ziyade başı açık olanlar olmayanlar tarafınadan yıllarca üstü kapalı da olsa "orospu" olarak görüldü. Açık olanların onlara bölyle bir yakıştırmasını duydunuz mu?

Hiç ezildiklerini sanmıyorum, gayette yukarıdan bakan tavırlarla, hele bir de iş dünyasına girdilerse gayet aşağılayıcı bir biçimde dolaşabiliyorlar. (olamayanı ayrı tutarım)

Ha ne diyorduk sanki başka bir şey kalmadı. Bakın tekrar ediyorum bu memlekette kimse iktidarın karşısına çıkıp konuşamadı. Bazı tv kanallarının, gazetelerin ve yazarların ne hale geldiğini görüyorsunuz. Parasız eğitim isteyen gençlerin 15 yıla kadar hapis cezasıyla yargılandıklarını görüyorsunuz, sınav sisteminde ve eğitimdeki, hatta onuda bırakalım barınma ve beslenme gibi en temel haklar konusunda bile ortada olan ayrımı görüyorsunuz. Adalet konusu hiç açmıyorum bile...


Sonra çıkıp bütün bunları içeren bir sistemde özgürlüğü sadece başörtüsüyle özdeşleştirmek, hedef saptırma, yumuşak karına vurma, hatta daha kötüsü halkı kontrol edemeyeceğiniz bir yere yönlendirmektir. Millet dini konusunda ne kadar hassas biliyorsunuz, devamlı oynarsanız kısa devre yapar, bütün herşey yanar...(belki fenada olmaz toptan yanarız, mikrobumuz kırılır belki, ha nediyosun?)


Dediğim gibi bütün bunlar olurken tek bir zümrenin özgürlüğünü, diğerlerininkini gözardı ederek bir millete bağlamak biraz yanlı düşünmek oluyor. Kendi özgürlüğünü sağlayıp, rahatını koruyup laf eden olunca da yaygara basmanın alemi yok. En azından uygar olmak lazım. O zaman bende bütün istediklerimi yazıp, düzenleyip göndereyim bana göre de anayasa maddesi eklesinler. Geri kalan 70 milyondan bana ne? Ben başı açık cemaate girmeye çalışıyor muyum, bunun için sağa sola bağırıp çağırıyor muyum? Efendim?...

Nasıl başkasının donunu giymiyorsak başkasının anayasasını da kullanamayız, başkası için yapılmış o hepimze olcakmış gibi değişmez bişeyler...Mantar kapar apışaralarımız sonra...

Tüfenk Çıktı Mertlik Bozuldu...


Machete

Yönetmen: Robert Rodrigez


2010


Yine bir Rodrigez klasiği. İşte Machete...Bu bıyıklı vatandaşı gerek Rodrigez'in, gerekse de Tarantino'nun filmlerinde ziyadesiyle görmekteyiz. Sonunda Rodrigez dayanamayıp, "acaba ayıp mı ediyoruz çocuğa" diyerek, bence hakkı olan başrolü ve filmi vermiş.

Genelde bu tür olayların gelişmesi için sebep aranmaz tür itibariyle ama sanırım usülden bir girizgah yapılmış. Arkadaşımız çok öfkeli, idealleri olan, görevini korkusuzca ve layıkıyla yapmaya çalışan, tabiri yerindeyse tam bir polistir. Tek takıntısı "tüfenk çıktı mertlik bozuldu"dan hareketle elinde de görmüş olduğunuz bıçaklardır. Adeta tek kişilik ordu gibidir bu. Adını Kullandığı bıçaklardan, kılıçlardan alır.

Eline geçirdiği birini iki yapmadan, hatta üç, dört yapmadan bırakmaz. yaptıklarını pis ödetir. Fakat, heyhat kaderin bir oyunu, tuzağa düşer ailesi öldürülür ve mesleği bırakır. Daha sonra kiralık katil olarak tutulur, göçmen asilere yardım eder ve yine ihanete uğrar bunu kiralayan adamlar tarafından. Ama bilmedikleri çok şey vardır bu bıyıkların arkasında.

Adamımız kendine ihanet edenlerin peşine düştükçe olayların daha geniş çaplı kesiklere gebe olduğunu görür. Olay çetrefillidir ama çetrefil onun göbek adıdır. Keser babam keser, hiç durmaz.

Bu türü seviyorsanız tavsiye ederim ama 18 yaşından küçükleri hatta boyu 1.50 nin altındakileri ekrandan uzak tutun. Kan sıçramasın...


İyi seyirler...

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


"Words are never 'only words'; they matter because they define the contours of what we can do."

(Slavoj Zizek)

Bir Varmış, Bir Yokmuş..

Bilmiyorum ben mi duygusallaşıyorum yaşım ilerledikçe, yoksa kaygılı olduğum konulardan biri olduğundan mı, böyle yeni türler falan bulunduğun da çok heyecanlanıyorum. "Aman yarabbi, daha bilmediğimiz görmediğimiz, görüpde ellemediğimiz şeyler varmış" diye düşünüyorum. Papua Yeni Gine denen memleket böyle mucizelere ev sahipliği yapmış. Ne güzel de yapmış.

Fotoğrafları boyboy geziyor nette. Bakan bulur, bulan bir daha bakar, benim gibi düşünen bakmalara doyamaz.




Şu vatandaşın haline, günlerdir bahsettiğimiz şeylerden ne kadar uzakta. (yapı itibariyle beklenemez, mantalite ona göre, tipte bir garip, örgüt üyeliği için pek de uygun değil)

Söylemek istediğim, okuyucu, bol bol belgesel izle, belgesel depola, fotoğraf edin, bilgi sahibi, ilgi sahibi ol, ileride çocuklarına, torunlarına anlatacakların, göstereceklerin ve söyleceklerin olsun. Ha birde bütün bunlarla ilgi tutarlı bahaneler üretsen iyi olur. Zira ileride çocuklarının ve ya torunlarının görebileceği insandan sonra tek hayvan hamam böceği olacak. Diğerlerinin nerede olduğunun hesabını soracaktır, bazı genç bünyeler. Ya da hiç birini yapmayıp, çocuklarını bundan uzak tutup, varlıklarını, bir zamanlar var olduklarını sır gibi saklayabilirsin. Eğer mağaradan hiç çıakrmazsan çocuğunu belki bu da işe yarayabilir.

Tercih senin tabii. Kurbağanın olan bitenden ne haberi ne de ilgisi var...



Sanata Saygı, Küçüğe Sevgi...

Altın Portakal Film Fsetivali başladı malumunuz. Memleketimizin sürekliliğini koruyan yegane sanat aktivitelerinden birisi. Yakın zamanda da uluslararası ve "halkın portakalı" oldu, iyi oldu. Şahid olduğum konuşmalar protokolün çok iyi olmadığı yönünde. Bazı "siyah giyen adamlar" çok kötü dediler. Sebebinin kapıda karşılanmayıp, arabalarından binaya kadar tek başlarına, yapayalnız, biçare yürümeleri olduğunu düşünüyorum. Umarım öyledir de bu güne kadar düşüncelerimde söylediklerimde yanılmış olmam.

Önemli bir etkinlik olduğunu düşünüyorum, böyle film izleyebildiğiniz, insanları görebildiğiniz ve şanslıysanız beraber iki kelam edip birlikte çalışabileceğiniz insanları nerede görebilirsiniz bilmiyorum.

Olay tabii ki gelip Emir Kusturica'ya bağlanacak. Protesto edildi, yuhalandı falan filan. Adam taa oralardan kalkıp gelmiş ve bence yanlış anlaşılan söylemlerinden dolayı tepki görmüş. Memleketimize hoş geldin Emir...

Yuhalamadan önce filmlerini bir izlemek lazım, bu kadar tiksindiğimiz, haklı olarak Bosna katliamlarından ötürü tepki gösterdiğimiz Sırp (herkes buna dahil değildir, her iki taraf için ister Türk, ister Sırp aynı havuzda boğmak istemem) asıllı bir yönetmene önyargılı davranmadan önce. Bu kadar "faşist" kafalı olduğunu düşündüğümüz bir milletin içinde orada da azınlık olan çingeler hakkında film yapan bir adam bu. Dahası bunu müziğine de taşıyan bir adam. Bilmiyorum öyle gazlı konuşrken adamın kim olduğuna dikkat etmek lazım diye düşünüyorum. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak diye klişe bir laf vardır bence cuk oturuyor bu olaya.


Neymiş katılmayacakmış kültür bakanı. Yapılan kazılarda bulunan antik şehirlerin üstünü kapattırıp baraj yaptıran, yol geçicek edasıyla tekrar gömen bir kültürden zaten, "yahu bu adam geliyor, o kadar da laf etmişler hakkında, bi bakak kimmiş la bu" hassasiyetini göstermesini beklemek fazla olur. (olur mu ? bilmiyorum, iyi şeyler de yapmış olabilir, biz görmesek de işimiz zaten iyi olan kısmıyla değil, kötü olanları düzeltmek, dillendirmek vs. vs. vs.)


Kaldı ki daha önce de Bursa Film Festivali için gelmiş, o zaman kimse yuhalamadığı gibi, o çalmış bunlar oynamış. İnsan ister istemez düşünüyor, acaba bunun da altında bir "ajan-provakatörlük" var mı diye? Antalya'nın el değiştirmesinden ve önüne geçilemeyen ve olması gereken, nispeten özgürlüğünden dolayı mı acaba? Acaba iktidar da kalsaydı Antalya belediyesi, Emir'in boynuna çelenk asıp, Bursa'daki gibi oynarlar mıydı?

Bu arada yuhalayanların da kültür geçmişlerine bir bakmak lazım, kabine kurarken hiç bir hükümet bakanlığın başına alanı olan bir vatandaşı getirmemiştir. Merak edenler Milli Eğitim Bakanlı, Y.Ö.K., İç İşleri, Dış İçleri... istedikleri bakanlığa bakabilirler ki Kültür Bakanlığı da dahil. Bakalım geçmişlerinde şu an karar sahibi oldukları alan da bir eğitim veya bilgileri var mı?

Yoksa, üzülerek söylüyorum danışmanların kadar kültürlü, danışmanların kadar pedagog, danışmanların kadar devletçi, halkçı ve vs. vs. vs. sin demektir.

Ezbere Konuşmalar...

Gündemin neresinden tutarsan elinde kalıyor. Uzun zamandır bir şey yazamadığımın farkındayım. Hem işgüç hem de artık olayları o kadar hızlı takip edememe durumum yüzünden kaynaklanıyor bunlar.

Ağzını bozmadan bir şeyler söylemek, yazmak hakikaten zor bir şey olmaya başladı. İşin içine bunlar da karışınca malumunuz, anlatmak istediğin şeyi anlatamayıp, sağa sola küfretmekten ibaret bir kültürün parçası oluyorsunuz. Tam da istemediğim, hatta sayılarının artması yüzünden eleştirdiğim tiplere benziyorum. Buna benzemek, bu konualarda en son istediğim şey. Gün gelip de birinin, karşıma çıkıp "sen de zamanında şöle dediydin" deyip benim de küfür etmekden başka birşey söyleyememem, artık benim de bir çeşit virüsü kaptığım ve mücadele etmemin bir anlamı kalmadığı anlamına gelir. (ya da bilmiyorum kaygılarım çok fazla olduğu için belki de bu tutarlılığı korumaya çalışıyorum, pamuk ipliğini biraz daha sağlamlaştırmaya çalışıyorum, bilmiyorum)


Elinize herahangi bir gazateyi alın. Sayfalar dolusu reklamları atlayın, ki onlar da ayrı bir muhabbetin konusudur, ve haberlere bir bakın. Kabus gibi bir referandum atlattık. Evetti, hayırdı derken bir demokrasi sınavı verdiğimize inandırıldık. Aslında hiç de böyle birşey olmadığını daha önce de anlatmaya çalıştım. Kimsenin umrunda değil demokratik olmak. İçinde bulunduğumuz süreç demokratikleşmeden ziyade, biz bir saltanat yada derebeylik mi istiyoruz yoksa 80 yıl önce temelleri atılmış bir "mimari eserin" bırakın geliştirilmesi, elimizde kalanını mı korumaya çalışıyoruz oylamasına döndü. Tabii ki sonucu belliydi, bazen dağdaki çobanla benim oyum bir mi olacak söylemini haklı buluyorum. Bir an için o romantik ve humanist yanınızı bir yana bırakın, ki bence bu hümanistlik kısmı içinde bir miktarda elitlik barındırıyor, insanlara üstten bakıp acımayla karıştırılıyor. Şu gelinen hale bakın, neredeyse şikayetlerini kahve köşelerinde bile dillendiremeyecek hale geldiniz, yada geliyorsunuz bilmem haberiniz var mı? Kötümser miyim, abartıyor muyum ? Bunu tarih gösterecek tabii ki. Ama Hitleri de bilemezdik o sanat galerilerine resimlerini kabul ettirmeye çalışan çocuğa bakarak. Kahvelerde söylev verirken de bu kadar olacağını tahmin edemezdik. En nihayetin de Almanya da tek parti olup kitapları yaktırmaya başlayınca ve tüm Avrupaya kafa tutmaya başlayınca da bu kadar olacağını bilemezdik.


Aynı şekilde tarihin de tekerrür ettiğini bazen kabul ediyorum. Olmadığını söyleyenler aynı nehirde iki defa yıkanılmayacağını da söylüyorlar. Ama nehrin akış yönünü ve içine giren zevatın aynı mantalite de olduğunu kaçırıyorlar. Aynı mı değil, benzer mi ? evet...


Neyse şu "çoban" meselesine, yani "derebeylik" taraftarlarına dönelim...Bu arada söylemek istediğim tabii ki her çobanla ilgili değil tekrar bir toplumsal vicdan üretip karşısına dikilmek istemiyorum. Kaldı ki bu vicdan denen şeyle mantıklı bir şekilde oturup konuşmak pek mümkün olmuyor. Bahsettiğim çobanın cahili, şunu düşünün basit çıkarlarla hayatını şekillendirmiş, çok fazla memleket meseleleriyle ilgili fikir sahibi olmayan olması gerektiğini de düşünmeyen (ki bu onun suçu olmayabilir ama şunu da unutmamak lazım ki 8 yıllık zorunlu ve parasız eğitim vaadeden devlet bu işten sıyrılamaz, netice de birbirimiz adına karar vermeye geldiğin de işler her iki taraf içinde zorlaşıyor) vatandaşla aynı potada eriyorsunuz. Zarzor okuyup bir yere getirdiğiniz aklınız çoğunluğun kararı denen saçmalıkla bertaraf oluyor. Çoğunluğa baktığınız da kendi çıkarlarını seçmiş bir çoğunluk ve sizin çıkarlarını tamamiyle göz ardı etmiş hatta sizin onun adına düşündüğünüz iyi şeyleri bile bir torba kömürün gazına gelerek bir tarafa itmiş bir çoğunluk. Hemen ayrımcı olduğumu, elitist olduğumu düşünmeyin.

Aynı çoğunluğun baskısı doğuda bir ilimizde 12 yaşında bir kız çocuğunun kendi cinsel tercihlerini yapabileceğini ve dahası 40 tane "aklı-selim, demokratik" vatandaşımızın da bu tercihe iştirak etmesini normal görebiliyor. Adamlar neredeyse suçsuz yahu. Aynı hümanistliği bu kıza da gösterdiğiniz de az önceki "elitist" diyerek eleştirdiğiniz tutumada ihanet etmiş olmuyor musunuz?...(hakim bey sağ olsun bir hayatı daha karartıp, 40 masum "çoşkun"u da hayata yeniden bağladı, Sadri Alışık'ın bir filmi vardı, "Ofsayt Osman" diye, hatırlar mısınız bilmem, hakime bu da mı gol değil diye bağırmıştı, nedense o geldi aklıma)
Bir de seçenlerden ziyade seçilenlere bir bakalım. Millete demokratikleşme dersi veren bir grup insan ama nedense karşılarına halktan kimseyi almıyorlar haklı olsa dahi "ajan provakatör" muamelesi görüp yaka paça dışarı atılıyorlar. Kaldı ki söz üstüne söz söyletmiyorlar. Yeni "rajon" bağıra çağıra konuşup halka el çırptırmak.

Halkın, en azından bir kısmının nasıl zihinsel problemleri olduğunu ve bir çöküntü içinde olduklarını mitingler sırasında gördük. Sanırım hatırlıyorsunuzdur; başbakan herkese evet dedirtmeye çalışıyor, her lafının arkasından "eveeeeeet" diye bağıran bir grup (aynı nı ilk okulda yapardık), bir yerde başbakan sanırım bunlara izin verecek misiniz gibi bir şey soruyor, vatandaş sıcaktan ambele olmuş halde hayır demesi gerekirken metne bağlı kalarak evet diye bağırmaya devam ediyor. Başbakanın kendisi bile şaşırmıştı buna...Açıklaması size kalmış, bu durumu izleyenler daha iyi anlayacaklardır demek istediğimi...


Demokrasi belki güzel birşeydir ama herkesin "eşit" olması koşuluyla. Aynı yaşam standartlarına sahip olamak, aynı eğitim düzeyinde olmak gibi. Bunu sağlayamadığınız zaman herkesin bireysel istekleri öncelik kazanıyor, parçanın bütününü göremiyorsunuz. Birey hak ve özgürlükleri dediğiniz şey, aç vatandaşın akşam ne yiyeceği sorusuna kurban gidiyor. Biraz uğraşırsak halkın büyük bir kesiminin bilinçli olarak cahil bırakılmaya, sınırda yaşamaya mahkum edildiğini de ispatlayabiliriz ama bu kitap olur, bununla birlikte bizi de yakarlar sizi de yakarlar. "Bu ne yarar sağlıkcak kiiii" diyen bir kişiyseniz anlatmanın faydası yok, yok hala acaba mı diye düşünüyorsanız, genel toplum yönetimi, propaganda tekniklerine ve nerelere ne uğruna neler verildiğine biraz daha dikkatli bakmak yeterli olacaktır.

Herneyse yarısına gelince sıkılacağınız bir yazı oldu sanırım. Umarım sıkılmazsınız, ha bu arada evet diyen, sadece buna değil önüne koyulan herşeye evet diyen, kendini de yönetimde söz sahibi, önemli biri sanan "benjamin"lere de benim, çocuğumun, çocuğumun çocuğunun geleceğini bir hamlede şimdiden kararttıkları için "teşekkür" ederim. Çocuğumum yanlış yöne sapması için artık ve sadece "kötü ebeveyn" olmak gerekmiyor sanırım....

Bir Zamanlar, Her Zamanlar...


Goverment can easly exist without laws, but law cannot exist without goverment.

(Bertrant Russel)

Evrilde Gel...


Walking With Monsters

Yönetmen: Tim Haines


2005


Evrim
e ister inanın ister inanmayın. Vakti zamanın da çok uğraştım olmadı. Aklın yolu bir değilmiş onu öğrendim. Neyse bu konuyla ilgili tartışmak istemiyorum artık. Ama bu belgeseli de tanıtmadan edemeyeceğim. Mümkün değil.

Walking With Monster ile başlayıp Walking With Cavemen ile devam eden bir seri. Yani günümüze kadar gelen evrimi anlatıyor. Gerçekten yürüyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Animasyon olarak çekilmiş ve (evrimi anlamayanlar için) sırf görsellik kısmı bile son derece seyirlik. Vakti zamanında dizi olarak yayınlanmış, anladığım kadarıyla da baya bir izleyici kitlesi varmış. (imdb sağolsun)

Tabi biz o zaman ne izliyorduk kim bilir. Pek bir ilerleme kaydedemediğimizi düşünüyorum zira gelinen son nokta Behlül'ün Bihter'i punduna getirmesi, üvey-ensest ilişki (bende anlamadım, amcasının 2.eşiyle yani üvey yengesiyle falan, bayaa çetrefilli).

Demem o ki arada böyle şeylerde izleyelim isterim TV'de. Böyle belgeselleri tanıtmaya devam edeceğim iki gözüm. Sende yardımcı ol izle...Özellikle anne ve babalara tavsiye ediyorum, evladınızı daha körpecikken eller almasın, izlettirin bunları hem onunda hoşuna gidicek, animasyon bu...Hem biraz da sana soru sorar belki de karşılıklı ufkunuz açılır.

Her neyse uzun bir macera bu belgesel size iyi seyirler...

Ne Yesem Yarıyor Arkadaş...


Petrol yiyen mikrop bulunmuş a dostlar. Bu son BP'nin başına gelenlerden, başının altından çıkanlardan sonra, bir mikropla mücadele için başka bir mikrobu kullanıyormuşuz gibi geliyor. Yada dinsizin hakkından, imansız mı gelir hakketen bilemiyorum...

Biz bunları öldürmek için yıllardır anti-biyotik üretmiyormuyuz, her yıl çıkan yeni bir tanesi için gece gündüz yusuf yusuf dolaşmıyor muyuz? Evet.

Şimdi hiç mi utanmıyoruz bu mikrobu kullanırken. Yüzüne nasıl bakarız...

Evete Hayır, Hayıra Evet...

Evin en küçük çocuğusunuz, pek fikri sorulan falan biri değilsiniz. Arada bir babanız laf olsun diye, ıvır zıvır bir konuda sizin fikrinizi soruyor, sırf laf olsun diye, sizi de muhabbete dahil etmek için. Öyle fikrinizin çok da önemli olduğundan falan değil ha, sadece sizin o büyümüşte küçülmüş tavırlarınızla eğlenmek için. Ama siz, aslında o hiç büyümemiş ve onlara göre de hala çocuk kalacak kafanızla bir işe yaramanın gururu içerisinde, gerine gerine büyüdüğünüzü düşünerek evin içinde dolaşıyorsunuz. Bu tavırlar sizin gururunuzu okşasa da aile büyüklerini pek bir eğlendiriyor. Her iki taraf da mutlu, eylem amacına ulaşmış, ne siz rahatsız oluyorsunuz ne de onlar. Zaten hiç bir şeyi etkilemiyorsunuz da. Öyle küçük dünyanız da bir şey yapmanın, bir işe yaramanın gururunu yaşıyorsunuz. Arada bir de aileniz "kocaman" olduğunuzu söylüyor.

İşte o andan itibaren sanki büyük bir şeyin parçasıymış gibi, sanki varlığınız (söylenildiği gibi) bir şeyleri etkiliyormuş gibi düşünmeye başlıyorsunuz. Evet artık kocaman oldunuz. (sizin düşünmenizi istedikleri gibi, kullanılmak için kocaman ama bir birey olarak, etkinlik olarak küçük bir adam...)


Birde şöyle bir hikaye var: Benjamin adında bir eşek varmış, çiftliğin bütün işini yaparmış. Arada bir de çiftçiden sopa yermiş, hatalarının bedeli olarak. Yediği dayak üzerine çiftçiyi protesto etmek için kuyruğunu bir süre sallamazmış. Yaptığı işlede gurur duyarak kasıla kasıla yürürmüş. Çiftçinin bu eylemden hiç haberi olmadığı gibi, diğer hayvanlarda neden bu eşeğin durup durup böyle kasıla kasıla yürüdüğünü merak ederlermiş...

Oy kullanma konusunda ciddi kaygılarım var. Neye yaradığını açıkcası bilmiyorum. Vatandaş olarak görevin deniyor, sözde devlet seni aldığı kararlara ortak ediyor. Hiç aklın alıyor mu bunu? Böyle bir mekanizma, sana istediği gibi davranabiliyor, herşeyine müdehale edip herşeyi değiştirebiliyor, sen de bazı kararlarında söz sahibi olabiliyorsunuz. Bir düşün sence sana ihtiyacı var mı? (ipucu: sana ne zaman ihtiyacı olur, sen sana ihtiyacı olduğunu farkettiğin ve ona da farkettirdiğin zaman...Ne kadar olanaklı bilmiyorum)

Tıpkı benjamin gibi yada ailenin küçük oğlu gibi kasıla kasıla yürümenin ve vermiş olduğun kararın, bu kararın birşeyi değiştirebileceğinin kısaca "kocaman" olmanın verdiği o güçle de başkalarını bu vatandaşlık görevini yapmadığı için b.klamanın alemi var mı bir düşün?

Bir şeyi etkileyemediğini nasıl anlayacağın ile ilgili küçük bir ipucu vereyim. Bu kadar "özgür düşünce" yemek, eğitim ve barınma gibi temel haklarda, herkes için bile bir araya gelip, doğru düzgün kararlar alamayan bir insan kalabalığıyla mı karşı karşıyasınız? O zaman doğru yerdeyiz.

Önceden bu manifestolar da falan insanlardan yığınlar diye bahsedildiğin de çok sinirlenirdim, bunu hak etmediklerini, onlardan meta gibi bahsedildiğini düşünürdüm. Şimdi hak vermeye başladım. Olay her zaman babanın kabahati olmayabiliyor, bazen de aymayan küçük çocuğun yada neyi nasıl yapacağını bilemeyen Benjamin'in de olabiliyor.

Evet ve hayırdan ziyade üçüncü bir seçeneği de düşünün. Sadece evet ve hayırla neleri yapabileceksiniz onu da düşünün. İki seçeneğe indirgenmiş bir sınav sisteminde ne kadar başarılı olacağınızı düşünün. Birde evet-hayır yanına o küçük çocuk mu ya da Benjamin mi olacağınızı da düşünün.

Oy verin her zaman, vermeyin demiyorum. Sonuçta bu sizin göreviniz bir vatandaş olarak, nede olsa devletin idaresinde söz sahibisiniz...(?)



 
Related Posts with Thumbnails
© 2009 - Bir İnsanı Sevmekle Başlar Herşey.. | Free Blogger Template designed by Choen

Home | Top